Bir zamanlar, okul çantasını hep düzgünce hazırlayan, kalem kutusundaki kalemleri sıraya dizen bir çocuk varmış. Adı Can’mış.
Can, haftanın altı günü neşeliymiş. Ama yedinci gün gelip çattığında, yüzündeki gülümseme hafifçe silinirmiş. Çünkü o gün pazarmış. Ve pazar demek, ertesi gün okulun başlayacağı gün demekmiş. Pazartesi sabahları, Can’ın içi tuhaf bir şekilde burkulurmuş. Ne çok üzüntüymüş bu, ne de açıkça bir kızgınlık. Ama bir türlü anlatamadığı bir ağırlık varmış içinde.
Pazar akşamı oyuncaklarıyla oynarken bile aklı bir adım ötesindeymiş. Yatağa girerken ayaklarını yorganın altına çekerken, “Biraz daha cuma olsaydı…” diye iç geçirirmiş.
Sabah olduğunda, perdeden sızan ışık bile ona güzel görünmezmiş. Annesi içeri girip, “Hadi tatlım, okul zamanı,” dediğinde Can’ın kalbi yavaşça içine çekilirmiş. Diğer günler, kahvaltıya neşe içinde koşan Can, pazartesi sabahları ekmeğini yavaş yavaş kemirirmiş. Yumurta sarısı tabağın kenarında kalır, balın üstü kururmuş.
Banyoda aynaya baktığında, gözlerinin altında minicik çizgiler oluşurmuş. “Bu halimle okula mı gideceğim şimdi?” diye mırıldanmış bir gün. Üzerine giydiği okul kıyafeti bile ağır gelirmiş sanki.
Okul yolunda yürürken sokaklar sessizmiş. Gökyüzü griye yakın, ağaçlar hareketsiz dururmuş. Can, kaldırımdaki çatlaklara basmadan yürürken içinden hep aynı soruyu geçirirmiş:
“Neden pazartesiler bu kadar zor geliyor bana?”
O gün okulda öğretmen sınıfa bir etkinlik vermiş. “Bu hafta kendinizle ilgili bir şey fark etmeye çalışın,” demiş. “Sonra bunu çarşamba günü resim dersinde çizeceğiz.”
Can ilk başta anlamamış. Ne demekti “kendisiyle ilgili bir şey fark etmek”? Teneffüslerde arkadaşları neşe içindeyken, o hâlâ bu sözü düşünüyormuş. Belki de en çok pazartesileri hissettikleri, kendisiyle ilgili bir şeymiş.

Okuldan sonra eve döndüğünde çantasını kenara bırakmış. Odasında yatağa uzanmış ve pencereden dışarıyı izlemeye başlamış. Komşunun çocuğu elinde top, kaldırımda tek başına oynuyormuş. Can birden fark etmiş ki, pazartesi aslında dışarının değil, kendi içinin karanlığıymış.
Birkaç dakika sonra masasının başına geçmiş. Defterini açıp, büyük harflerle yazmış:
“PAZARTESİ: BAŞLANGIÇ GÜNÜ”
Sonra altına minicik bir güneş çizmiş. Yanına da kendi yüzünü. Bu çizimde Can’ın kaşları çatık değilmiş. Gözlerinin ucunda bir merak, dudaklarında hafif bir tebessüm varmış.
Ertesi gün öğretmeni defterini açtığında çizime bakmış, “Bu çok güzel olmuş Can,” demiş. “Ne düşündün çizerken?”
Can başını hafif yana eğmiş. “Belki de pazartesi sadece başlarken zor,” demiş. “Başladıktan sonra her şey biraz daha kolay oluyor.”
Öğretmeni gülümsemiş. “Çünkü yeni başlayan şeyler, biraz tanıdık gelene kadar ürkütücü olabilir,” demiş.
Can başıyla onaylamış. Kendi kendine, “Ama ben artık tanıyorum bu pazartesiyi,” diye fısıldamış.
Sonraki haftalarda, pazar akşamları yine hafif bir tedirginlik gelmiş olsa da Can bunun geçici olduğunu bilmiş. Çünkü artık pazartesinin sadece bir gün değil, kendini yeniden kurma fırsatı olduğunu anlamış.
Ve her pazartesi sabahı, yavaş yavaş yataktan kalkarken şunu hatırlamış:
“Zor gelen şeyler, başladığında değişir.”
Pazartesi Sendromu Hikayesi de burada, yumuşacık bir huzurla son bulmuş. Pazartesi Sendromu Hikayesine benzeyen Çocuk Hikayeleri okumak için bağlantıya tıklayabilirsiniz.