Eren’in hayalindeki yaz tatili, sabahları geç uyanmakla, gün boyu bilgisayar oyunlarıyla ve gece geç saatlere kadar video izlemekle doluydu.
Oyun içi başarılar kazandığı, arkadaşlarıyla birlikte görev tamamladığı saatler onun için günün en kıymetli zamanlarıydı. Bu yüzden annesi bir akşam, “Bu yaz köye gidiyoruz,” dediğinde, masadaki su bardağının bile sesi donmuş gibiydi.
İtiraz etmedi ama yüzünü buruşturdu. İçinde büyüyen sıkıntı, valizini toplamaya başladıklarında kendini iyice belli etti.
Telefonunu, şarj aletini, kulaklığını ve tabletini büyük bir özenle yerleştirdi. Belki köyde internet çeker, belki bir yerlerden sinyal bulurum, diye düşündü. Ama derinlerde bir yer, bunun pek mümkün olmayacağını biliyordu.
Sabah yola çıkıldığında Eren sessizdi. Arabada cam kenarını seçmiş, başını cama dayayıp ağaçların geriye doğru kayışını izlemeye başlamıştı. Telefonu açtı ama ekranında hiçbir uygulama yüklenmedi. Ne bir mesaj geldi ne de oyunlar açıldı.
Sanki şehirle birlikte dünyası da geride kalmıştı. Konuşmak istemedi. Yüzü düşüktü, kolları kucağında kilitliydi.
Köy yoluna girildiğinde toprak yolda araba yavaşladı. Yolun kenarındaki çiçekler, uzaklardaki küçük tepe evleri, her şey Eren’e yabancıydı. Gözleri babaannesinin evini gördüğünde bile bir kıpırtı hissetmedi içinde.
Bahçe kapısı önünde bekleyen babaannesi, kollarını iki yana açmış, “Eren’im, canım torunum!” diye seslenmişti. Ama Eren’in gözleri ayakkabılarında, adımları yavaştı. Sarılmak yerine başıyla selam verdi. Babaannesinin yanaklarındaki gülümseme hafifçe titredi ama yüzündeki sıcaklık azalmadı.
Eren odaya geçip pencereden dışarı bakmaya başladı. Bahçede tavuklar geziniyor, köşedeki incir ağacının yaprakları rüzgârla dans ediyordu. Ama onun aklı hâlâ çekmeyen internetteydi.

Telefonunu tekrar açtı, sinyal aradı, oyunları denedi. Olmadı. Yatağın kenarına oturup sessizce iç çekti. Odada sadece eski bir halının ve duvardaki siyah beyaz bir fotoğrafın sesi vardı.
O gün uzun geldi. Her şey yavaş ilerliyordu. Evin içindeki adımlar bile daha sessizdi sanki. Mutfaktan gelen hamur kokusu bile keyif vermemişti ona. Babaannesinin, “Gel, birlikte çörek yapalım,” teklifine başını sallayarak yanıt verdi. Ellerini una bulamak istememişti.
Ama bir süre sonra pencere kenarında otururken dedesi bahçeye doğru yürümeye başladı. Elinde kürek, arkasında hafif kamburuyla toprağı eşeliyordu. Eren kalkıp onu izlemeye gitti. Sessizce yanına geldiğinde dedesi başını kaldırmadan, “Çiçeklerin kökü susuz kalmış,” dedi. “Sen hortumu tut, ben toprağı açayım.”
Eren itiraz etmedi. Hortumu eline aldı. Suyu açtığında, toprağa çarpan damlaların sesi kulaklarına tanıdık gelmeye başladı. Bir damla yüzüne sıçradığında istemsizce güldü. Sonra bir kelebek gelip elinin üzerine kondu. Küçük, narin, kanatları sanki pastel boya gibi yumuşaktı. Uçup gittiğinde Eren’in içindeki sıkıntı da biraz azalmış gibiydi.
Bahçedeki o gün, başka bir şeye dönüştü. Eren akşam olmadan önce o incir ağacının gölgesine oturdu. Elinde tablet yoktu ama canı da istemedi. O anda fark etti ki gözlerinin baktığı şeylerin içinde ilk kez bu kadar uzun kalmıştı. Ağacın gövdesindeki çatlakları, yaprakların kıpırtısını, tavukların birbirine sataşmasını ilk kez bu kadar dikkatle izlemişti.
Zamanla komşu çocuklarıyla da tanıştı. En çok Damla’yla vakit geçirmeye başladı. Damla onu dere kenarına götürdü. Suyun sesi şehri unutturuyordu.
Eren ayakkabılarını çıkarıp dizlerine kadar suya girdi. Ayağının altındaki taşlar kaygandı ama serinlik güzeldi. Damla kahkahalar atarak taş sektirmeye başladı. Eren başta beceremedi, sonra ikinci denemede taş üç kez suya dokunarak sıçradı. O an ilk kez, “Evet,” dedi içinden, “Ben burada gülüyorum.”
Bir sabah dedesi bisikleti tamir ederken onu çağırdı. “Zincir atıyor, yardım eder misin?” Eren eldiven takmadan tuttu parçaları. Yağ bulaştı, avuçları siyah oldu ama umurunda değildi.
Dedesi, “Bunu babanla da yapmıştık,” dedi. “Senin yaşındayken o da yardım ederdi.” Bu cümle Eren’in içinde yankılandı. Göz ucuyla dedesinin yüzüne baktı, sonra bisikletin selesine dokundu. Babasının da oturduğu yer mi burasıydı?
Babaannesi bir gün eline eski bir kutu verdi. İçinde sararmış fotoğraflar, eski bir düdük, çocukça çizilmiş resimler vardı. “Baban buradayken çizmişti bunları,” dedi.
Eren defterin sayfalarını tek tek çevirdi. Traktör resmi, bir civciv, bir köpek… Sayfalar ilerledikçe Eren’in içindeki mesafe azaldı. Babası da bu köyde büyümüştü. Bu yollar, bu taş duvarlar ona da tanıdıktı.
O akşam verandada otururken babaannesi çay koydu. Bir süre kimse konuşmadı. Sonra sessizce, “Sen buradayken zaman daha çabuk geçiyor,” dedi kadın.
“Sofrada bir tabak daha olunca kendimizi eksik hissetmiyoruz.” Dedesi başını salladı. “Ev, torun sesiyle genişliyor,” diye ekledi. Eren o an fark etti ki onlar sadece yaşlı değildi, aynı zamanda yalnızdı. O burada değilken sofraları eksikti.
Tatilin son günü geldiğinde Eren valizini hazırladı ama içi huzursuzdu. Son kez bahçeye çıktı. Tavuklar hâlâ oradaydı. İnci tavuğun bir civcivi olmuştu, adı da Gıdık.
Babaannesi ona fırından yeni çıkan bir ekmeği uzattı. “Yolda kokusu sana bizi hatırlatsın,” dedi. Dedesi cebine küçük, düz bir taş koydu. “O gün bahçede konan kelebek bu taşın üstüne de konmuştu,” dedi.
Dönüş yolunda Eren pencereye yaslandı. Şehir yaklaşırken içindeki dalga da büyüyordu. Ama bu kez eksik olan bir oyun ya da video değildi. Fark ettiği bir şey vardı: Mutluluk bazen internetin olmadığı bir evde, çiçekleri sularken, hamurla oynarken ya da yıldızlara bakarken büyüyordu.
Ve o an, kalbinin en sessiz yerinde şunu düşündü:
“Bazen gerçek hayat, bağlantı kesildiğinde başlıyormuş.”
Köy Hikayesi burada sona ermiş. Köy Hikayesi gibi Eğitici Hikayeler için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.