Soğuk bir kış sabahı, şehrin kenar mahallesindeki dar sokaklardan biri, paltolarına sarılmış çocuklarla dolup taşıyordu. Kar, yer yer buz tutmuş kaldırımları kaplamıştı. On bir yaşındaki Gülçin, eski çantasını omzuna asmış, okulun yolunu tutuyordu.
Dışarıdan neşeli bir kız gibi görünse de içi sıkıntıyla doluydu. Bu yeni okulunda bir türlü arkadaş edinememişti. Ne kadar iyi davranmaya çalışsa da sınıfındaki çocuklar onu görmezden geliyor, hatta bazen dalga geçiyordu.
O sabah okulun bahçesine vardığında, kalabalığın ortasında küçük bir karmaşa fark etti. Çocuklar, Yusuf adındaki bir çocuğun elindeki oyuncak arabayı çekiştirerek tartışıyordu. Yusuf, mahallenin yoksul ailelerinden birinin çocuğuydu ve sürekli alay konusu oluyordu. Bu durum Gülçin’in içini burktu ama bir adım atmaya cesaret edemedi.
“Bırakın onu,” diye bağırmak istedi ama sesi boğazına düğümlendi. Sadece kenarda durup izledi. Yusuf’un oyuncak arabası kırıldığında çocuklar kahkahalarla dağıldı. Yusuf, gözyaşlarını silerken Gülçin’le göz göze geldi.
“Onlara neden bir şey söylemedin?” diye sordu Yusuf, sesi titreyerek.
Gülçin cevap veremedi. İçindeki suçluluk, karın soğuğundan bile keskin bir şekilde yüzüne çarptı. O an, kendisini Yusuf’un yerine koydu. “Ben olsam ne hissederdim?” diye düşündü. Fakat düşünceleri, çalan okul ziliyle kesildi.
Sınıfta, Gülçin genellikle arka sırada oturur, sessizce ders dinlerdi. Ama o gün, Yusuf’un kırılmış oyuncağı ve yüzündeki hüzün, aklından çıkmıyordu. Gülçin, insanlara karşı hep nazik olmaya çalışırdı ama bu defa bir şey eksikti. Sadece izlemek yetmemişti.
Teneffüs zilinde, Gülçin bir karar aldı. “Belki de cesur olmak, sadece iyilik düşünmekten fazlasıdır,” dedi kendi kendine. Çantasını kaptığı gibi bahçeye çıktı. Yusuf, bahçenin köşesinde oturuyordu, elleri ceplerinde, başı öne eğikti.
“Merhaba,” dedi Gülçin, yanına yaklaşarak. Yusuf başını kaldırmadan mırıldandı.
“Ne var?”
Gülçin, çantasından kendi oyuncak arabasını çıkardı. Küçüklüğünden beri sakladığı, kırmızı bir yarış arabasıydı bu. Babası, ona doğum gününde hediye etmişti ve Gülçin için çok kıymetliydi.

“Bu senin olabilir,” dedi.
Yusuf başını kaldırdı, gözleri şaşkınlıkla büyümüştü. “Ama bu senin…”
“Artık senin,” diye kesti Gülçin. “Sadece bir şartla: Birlikte oynamalıyız.”
Yusuf’un yüzündeki ifade değişti. Gözyaşlarıyla ıslanmış dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi.
Gülçin, o gün bir şey fark etti: İnsanların sana nasıl davrandığı değil, senin onlara nasıl davrandığın önemliydi. Olay basit görünüyordu ama aslında derindi. Bu, insanların birbirine çizdiği görünmez sınırları aşmakla ilgiliydi.
Ertesi gün, Gülçin sınıfa girdiğinde kendini farklı hissetti. Artık sessiz bir izleyici değil, cesur bir adım atan biri olmuştu. Sınıftaki çocuklar, Gülçin’in Yusuf’la arkadaşlık ettiğini fark edince onunla dalga geçmeye başladılar.
“Yusuf’un yanında ne işin var? O bir zavallı!” diye bağırdı Ece, sınıfın popüler kızı.
Ama bu kez Gülçin’in içinde bir korku yoktu. Ayağa kalktı ve Ece’ye baktı.
“Birini yargılamak yerine onunla vakit geçirsen, aslında ne kadar harika biri olduğunu fark edersin,” dedi, sesi kararlıydı.
Ece, alaycı bir kahkaha attı ama sınıfta bir sessizlik oldu. Gülçin, Yusuf’un gülümseyen yüzüne baktı ve doğru bir şey yaptığını hissetti.
Bir hafta sonra, şiddetli bir fırtına, şehri alt üst etti. Okul çıkışında çocuklar telaşla evlerine koşarken, Gülçin sokakta yere düşmüş bir bisiklet fark etti. Yanına yaklaştığında, bisikletin Yusuf’a ait olduğunu gördü. Yusuf, biraz ötede yere oturmuş, pantolonu çamur içinde kalmıştı.
“Yusuf, iyi misin?” diye sordu Gülçin.
“Bisikletimi tamir etmeye çalışıyordum ama zinciri koptu,” dedi Yusuf, gözlerini yere dikerek.
Gülçin, bir an bile düşünmeden bisikleti aldı ve birlikte tamir etmek için Yusuf’un evine götürdü. Yusuf’un annesi, iki çocuğu mutfakta bisikletin başında uğraşırken izlediğinde gözleri doldu. Gülçin’in cesareti ve iyi niyeti, sadece Yusuf’u değil, ailesini de etkilemişti.
Zamanla, Gülçin’in yaptığı iyilikler ve cesur davranışlar, diğer çocukları da etkiledi. Ece, Gülçin’in yanında küçük düşmekten korktuğu için ona kötü davranmayı bırakmıştı. Ama daha da önemlisi, Yusuf artık yalnız değildi. Diğer çocuklar da ona saygı duymaya başlamıştı.
Bir gün, sınıf öğretmeni tahtaya büyük harflerle bir cümle yazdı: “Kalbiniz ne kadar büyük olursa, insanlar o kadar küçük görünür.” Gülçin, bu cümlenin anlamını tam anlamıyla kavramıştı. Hayatta iyilik yapmanın sadece birine yardım etmek değil, cesurca harekete geçmek olduğunu öğrenmişti.
O günlerde Gülçin, insanların onun iyiliklerini görüp görmemesini artık umursamıyordu. Kalbinin rengini kaybetmemek, onun için yeterliydi. Yusuf’un gözlerindeki mutluluk, sınıftaki çocukların değişen tavırları, Gülçin’in hayatında iz bırakan anılar olmuştu. Ve o an, her şeyin anlamını bulduğu bir anı olarak zihninde yer etti.
İyiliğin Gücü Hikayesi de burada sona ermiş. “İyiliğin Gücü Hikayesi” gibi Çocuk Hikayeleri için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.