Yağmur ince ince yağıyordu. Gri bulutlar gökyüzünü kaplamış, güneşin ışığını perdelemişti. Camdan süzülen damlalar birbirine karışarak aşağı kayıyordu. Asya, otobüsün penceresine başını yaslamış, dışarıdaki manzarayı izliyordu. Geçtikleri yollar, köyler, kasabalar birer birer geride kalıyordu. Kalbinin içinde garip bir sıkıntı vardı; ne tam anlamıyla üzgün ne de tamamen heyecanlıydı. Bu his, ikisinin arasında bir yerdeydi.
On iki yaşındaki Asya, ailesinin işleri nedeniyle taşınmak zorunda kalmıştı. Doğduğu, büyüdüğü mahalleyi, sokakları, okulunu, en çok da arkadaşlarını geride bırakıyordu. İstanbul’un kalabalık sokakları artık geçmişte kalmış, bilinmezliklerle dolu yeni bir hayat onu bekliyordu. Gözlerini kapattı. İstanbul’daki evlerini düşündü. Eski parke zeminlerin hafif gıcırtısını, mutfaktan yayılan mis gibi kek kokusunu, balkondan izlediği kalabalığı hatırladı. Şimdi bunların hiçbirini yanında götüremiyordu.
Otobüsün içinde sessizlik hâkimdi. Babası direksiyona sıkıca tutunmuş, gözlerini yola dikmişti. Annesi yan koltukta sessizce mesaj yazıyordu. Küçük kardeşi Can ise çoktan uyuyakalmıştı. Asya’nın içini bir korku kapladı. Yeni şehirde nasıl bir yaşam onu bekliyordu? Yeni okulundaki çocuklar onu nasıl karşılayacaktı? Ya kimse onunla arkadaş olmak istemezse?
Otobüs nihayet yeni şehirlerine ulaştığında, Asya pencereden dışarı baktı. İstanbul’un karmaşasından sonra burası bambaşka bir yerdi. Sessiz, düzenli ve temizdi. Dar sokakları, yol kenarına dizilmiş küçük dükkanları ve birbirine benzeyen apartmanlarıyla oldukça sakin görünüyordu. Asya, buranın İstanbul kadar hareketli olmayacağını biliyordu ama yine de alışmanın ne kadar süreceğini kestiremiyordu.
Birkaç dakika sonra otobüs durdu. Babası bagajdan valizleri indirirken annesi, “Hadi bakalım, yeni evimize hoş geldiniz!” dedi. Annesinin neşeli sesi, Asya’nın endişelerini bastırmaya yetmiyordu. Ağır adımlarla apartmana doğru ilerledi. Üç katlı, beyaz boyalı eski bir binaydı. Merdivenlerden çıkarken ayaklarını sürüyordu. Babası kapıyı açtığında, ilk olarak odalara göz gezdirdi. Yeni evleri genişti ama içinde hiçbir tanıdık eşya yoktu. Koltuklar farklıydı, mutfak farklıydı, hatta ışıkların bile rengi ona yabancı geliyordu.
Asya, kendisine ayrılan odaya girip çantasını bir köşeye attı. Yatak odanın tam ortasındaydı. Perdeleri olmayan pencereden dışarı baktığında, tam karşıda iki katlı bir ev gördü. Önünde küçük bir bahçe vardı ve içinde birkaç çocuk top oynuyordu. Ama Asya’nın asıl dikkatini çeken şey, bahçenin bir köşesinde duvara yaslanıp diğerlerini izleyen kızdı. Hiç kıpırdamadan bekliyor, oyuna katılmıyordu. Asya, onun neden böyle yaptığını merak etti ama dışarı çıkıp tanışmak için kendinde yeterince cesaret bulamadı.
Akşam olduğunda evin içinde bir sessizlik vardı. Herkes yeni eve alışmaya çalışıyordu. Annesi mutfakta yemek hazırlıyor, babası eşyaları yerleştirmekle uğraşıyordu. Can, odasında oyuncaklarıyla oynuyordu ama Asya için burası hâlâ yabancı bir yerdi. Yatağına uzandı ve tavana bakarak düşündü. İstanbul’da olsaydı, şimdi Zeynep ile telefonda konuşuyor olurdu. Ona yeni okulunu anlatır, okulun bahçesindeki büyük ağacın altına oturup dertleşirlerdi. Ama artık bunların hiçbiri mümkün değildi.
Sabah olduğunda, okulun ilk günüydü. Asya sabahın erken saatlerinde uyandı. Üzerine en sevdiği kazağını giydi ama kendini güvende hissetmesini sağlayan hiçbir şey yoktu. Kahvaltı masasında annesi ona gülümseyerek, “Her şey güzel olacak, merak etme,” dedi. Ama Asya’nın içinde hâlâ büyük bir huzursuzluk vardı.
Okul, evlerinden çok uzak değildi. Babasıyla birlikte yürüyerek gittiler. Okulun kapısına geldiğinde bir an duraksadı. Kocaman bahçesi olan, eski ama sağlam görünen iki katlı bir binaydı. İstanbul’daki okulu gibi büyük değildi ama pencerelerden bakan çocuklar ve bahçede koşturan öğrenciler, buranın da kendi içinde bir dünyası olduğunu gösteriyordu.
Kapıdan içeri girerken, herkesin ona baktığını hissetti. Bu bakışlar uzun sürmese de, onun için yeterince tedirgin ediciydi. “Sakın heyecanlanma,” diye kendini telkin etti ama kalbi hızla çarpıyordu. Koridorlar, sıralar, duvarlara asılmış duyurular, hepsi ona yabancıydı.
Nihayet “6-B” sınıfının kapısına geldi. İçeri adım attığında, sınıftaki çocuklar başlarını kaldırıp ona baktılar. Bazıları fısıldaşıyor, bazılarıysa umursamıyordu. Asya, öğretmen masasının yanına giderek bekledi. Öğretmen, ona sıcak bir gülümsemeyle baktı.
“Hoş geldin Asya,” dedi. “Bize kendini tanıtmak ister misin?”
Asya, sesi titreyerek, “Ben Asya. İstanbul’dan geldim,” dedi. Kendi sesini bile tanıyamadı. Öğretmen başıyla onayladı.
“Hoş geldin Asya, umarım burada kendini iyi hissedersin. Şimdi uygun bir yere oturabilirsin.”
Asya, sınıfın en arkasındaki boş sıraya yöneldi. Çantasını yavaşça masanın yanına koydu. Kalabalığın arasında tek başınaydı.
Tam o anda, yanındaki sıradan hafif bir ses duydu.
“Ben Eylül,” dedi bir kız çocuğu. “Yanına oturmam sorun olur mu?”
Asya başını kaldırıp ona baktı. Uzun saçları omzuna dökülen, gözleri içtenlikle parlayan bir kızdı. Sesindeki sıcaklık Asya’nın içindeki kaygıyı biraz olsun hafifletti.
“Olur,” dedi usulca.
Eylül hafifçe gülümsedi ve Asya’nın yanına oturdu. İşte o an, Asya ilk defa kendini tamamen yalnız hissetmedi.
Asya, Eylül’ün yanına oturduğunda içindeki gerginlik bir parça hafiflemişti. Yine de sınıftaki diğer çocukların fısıltılarını duyabiliyordu. Kimi merakla dönüp bakıyor, kimi onu umursamıyordu. Yeni bir okulda herkesin gözü üzerindeymiş gibi hissetmek can sıkıcıydı.
Ders başladığında, öğretmen tahtaya birkaç matematik problemi yazdı. Asya, dikkatini dağıtmamaya çalışarak defterine not aldı. Ama sınıfın düzeni, öğretmenin sesi, tahtanın önünde yapılan konuşmalar… Her şey ona yabancı geliyordu. İstanbul’daki öğretmenleri farklıydı. Oradaki sınıfında, oturduğu yer bile belli bir düzene oturmuştu. Ama burası… Burası tamamen yeni bir dünyaydı.
Teneffüs zili çaldığında sınıftaki herkes aniden hareketlendi. Sıralar gıcırdadı, sandalyeler çekildi, çocuklar hızlıca kapıya yöneldi. Asya ise yerinde oturakaldı. Ne yapacağını bilmiyordu. Dışarı mı çıkmalıydı, yoksa burada mı kalmalıydı? İstanbul’daki okulunda her teneffüs Zeynep’le bahçeye çıkar, birlikte en sevdikleri ağacın altında otururlardı. Ama burada öyle bir alışkanlığı yoktu.

Eylül çantasını kapattı ve Asya’ya döndü. “Bahçeye çıkalım mı?” diye sordu.
Asya, Eylül’ün teklifine şaşırmıştı. Eylül’ün kendisine bu kadar çabuk yaklaşmasını beklemiyordu. Ama bu soruya hayır diyemezdi. Başını salladı ve birlikte kapıya yöneldiler.
Bahçeye çıktıklarında Asya, okulun büyüklüğüne şaşırdı. Önünde geniş bir alan vardı ve öğrenciler gruplar halinde oyun oynuyordu. Kimileri ip atlıyor, kimileri futbol oynuyor, kimileri de bir kenarda oturup sohbet ediyordu. Hangi gruba dahil olabileceğini bilmiyordu.
Eylül, onun tedirginliğini fark etti. “Burada her grup farklı bir şey yapar,” dedi gülümseyerek. “Ama istersen sadece yürüyebiliriz.”
Asya derin bir nefes aldı. “Olur.”
İkisi birlikte bahçede dolaşmaya başladılar. O sırada birkaç çocuk onlara doğru yaklaştı. En önde duran, kahverengi saçlı bir çocuk Eylül’e selam verdi. “Bu yeni gelen kız mı?” diye sordu, Asya’ya bakarak.
Eylül başını salladı. “Evet. Adı Asya.”
Kahverengi saçlı çocuk gülümsedi. “Ben Kerem. Bu da arkadaşım Burak.”
Asya biraz çekinerek başını salladı. Kerem ve Burak, Asya’yı süzüyor gibiydi ama düşmanca bir tavırları yoktu. Hatta Kerem, “İstanbul’dan gelmişsin, değil mi?” diye sordu.
Asya, “Evet,” dedi kısık bir sesle.
Kerem gözlerini kocaman açtı. “Vay be! Orası nasıl bir yer? Çok kalabalık mı? Buradaki gibi mi?”
Asya, Kerem’in meraklı tavrına karşılık hafifçe gülümsedi. “Çok farklı. Sokakları kalabalık, trafik hiç bitmez. İnsanlar hep acele içinde…”
Kerem başını salladı. “Burada öyle değil. Burası çok sakin. Ama kötü değil, alışınca seversin.”
Eylül araya girdi. “Asya zaten alışmaya çalışıyor, değil mi?”
Asya hafifçe başını salladı. İlk defa kendini tamamen yabancı hissetmiyordu. Kerem ve Burak ona karşı sıcaktı. Bu, içindeki korkuların biraz olsun azalmasını sağladı.
O gün okul çıkışında, Eylül’le birlikte eve yürüdüler. Yol boyunca Asya, ona İstanbul’daki hayatından bahsetti. Zeynep’ten, sevdikleri kafeden, okulundaki büyük bahçeden… Eylül de ona burayı anlattı. Hangi öğretmenin nasıl olduğunu, nerede güzel dondurma yapıldığını, hangi kütüphanenin sessiz olduğunu…
Eve yaklaştıklarında Eylül duraksadı. “Biliyor musun,” dedi, “Ben de buraya ilk taşındığımda çok zorlanmıştım. Kimseyi tanımıyordum, her şey çok yabancı geliyordu.”
Asya merakla ona baktı. “Sonra ne oldu?”
Eylül gülümsedi. “Zamanla alıştım. İnsanlar beni tanımaya başladı, ben de onları tanıdım. Yeni şeyler keşfettikçe burayı sevmeye başladım. Sen de seveceksin, göreceksin.”
Asya, bunu hiç böyle düşünmemişti. Belki de gerçekten her şey zamanla yoluna girebilirdi.
O hafta sonu, Eylül onu bahçeye çağırdı. “Sana arkadaşlarımı tanıştırayım,” dedi.
Asya önce tereddüt etti ama sonra kendini cesaretlendirdi. Bahçeye çıktığında birkaç çocuk Eylül’ün yanına geldi.
“Bu, Asya,” dedi Eylül. “İstanbul’dan geldi.”
Çocuklardan biri, “Biz de onu merak ediyorduk,” dedi. “Bizimle oynar mısın?”
Asya’nın yüzü aydınlandı. “Tabii,” dedi ve topa doğru koştu.
İlk defa içindeki ağırlık kaybolmuştu. Yeni bir yerde, yeni arkadaşlar edinmişti. Ve belki de burası, düşündüğünden çok daha güzel bir yer olabilirdi.
Asya o gün fark etti ki her değişim korkutucu olsa da, yeni başlangıçlar her zaman kötü olmak zorunda değildi. Bazen en güzel dostluklar, en umulmadık anlarda başlardı.
Yeni Okul Hikayesi burada sona erdi. Yeni Okul Hikayesi gibi Dostluk Hikayeleri için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.