Güneşin kızıl ışıkları, doğu ufkunu boyarken, topraklarının bereketiyle bilinen Gökyuva Köyü uyanmaya başladı. Ancak bu sabah, diğer sabahlardan farklıydı. Kuşlar sessizdi, esen rüzgâr tozları savuruyordu ve su kuyusundan çekilen kovalar her gün biraz daha az doluyordu.
Köyün ortasında, taşlardan yapılmış küçük bir evde Ali ve ailesi yaşıyordu. Ali, on iki yaşında, siyah saçlı, meraklı gözlere sahip bir çocuktu. Çocuk yaşına rağmen içindeki öğrenme arzusu onu köydeki birçok kişiden farklı kılıyordu. En büyük isteği, bilge bir insan olmak, büyükler gibi sorunlara çözüm bulabilmekti.
Ali’nin babası Hüseyin Usta, marangozluk yaparak geçimini sağlıyordu. Uzun boylu, güçlü kolları ve keskin bir zekâsı vardı. Her gün sabah erkenden atölyesine gider, ahşapları işlerdi. Ali de çoğu zaman onun yanında olur, keskiyle tahtaya şekil verirken ellerinin ne kadar ustalıkla çalıştığını hayranlıkla izlerdi. Babasının ona verdiği küçük işlerden gurur duyardı.
Ancak son birkaç aydır, köyde işler yolunda gitmiyordu. Eskiden yeşil tarlalarla dolu olan ovalar sararmış, dereler kurumuş, ağaçlar susuzluktan bükülmüştü. En kötüsü, köyün yanında bulunan Kocaorman’da büyük bir yangın çıkmıştı. Günlerce süren alevler, ormanın çoğunu yok etmiş, geriye yalnızca yanık kokusu ve külle kaplı toprak kalmıştı. Yangın, köylülerin en önemli su kaynağını da kurutmuştu.
Bir akşam, köy meydanında toplanan insanlar, suskun ve endişeliydi. Yağmurların gelmemesi, suyun azalması herkesin içinde büyük bir korku uyandırıyordu.
“Bunca yıldır buradayım, böyle bir kuraklık görmedim,” dedi yaşlılardan biri, bastonuna yaslanarak. “Eğer bu böyle giderse, buradan göç etmek zorunda kalacağız.”
Bu sözler, Ali’nin yüreğinde derin bir sızı bıraktı. Köyünü terk etmek istemiyordu. Burada doğmuş, büyümüştü. Babasının atölyesi, annesinin bahçesi, yaşlı çınarın gölgesinde oynadığı arkadaşları… Tüm bunları nasıl bırakabilirlerdi?
O gece, babası Ali’yi atölyeye çağırdı. Raflardan eski, tozlu bir kitap çıkardı ve sayfalarını dikkatlice çevirdi. Kitabın içinde altın renkli tüyleri olan, görkemli bir kuşun çizimi vardı.
“Bu kuşun adı Simurg,” dedi babası, resme bakarak. “Efsaneye göre, her şeyini kaybedenler ona inanır, o da onlara yol gösterirmiş. Ama onu bulmak kolay değil.”
Ali, resme daha yakından baktı. Kuşun kanatları güçlü, gözleri bilge bir ışıkla parlıyordu.
“Peki baba, biz de Simurg’u bulamaz mıyız?” diye sordu.
Babası gülümsedi.
“Belki de Simurg sadece bir kuş değildir, Ali. Belki de o, insanın içindeki inançtır…”
O gece, Ali yatağında gökyüzüne bakarak düşündü. Acaba gerçekten de Simurg gibi küllerinden doğabilirler miydi?
Sabah, Ali erkenden uyandı. İçinde güçlü bir his vardı; bir şeyler yapmalıydı. Önce köyün en bilge kişisi olan Zeynep Nine’ye gitti. Zeynep Nine, köyde herkesin danıştığı, doğanın dengesini en iyi bilen kadındı. Evinin etrafı kurumuş otlarla çevriliydi ama o yine de sabah erkenden kalkıp eski alışkanlıklarını sürdürüyordu.
Ali, kuraklık yüzünden köyden göç edilmesi gerektiğini duyduğunu ve bunu engellemek için bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Zeynep Nine, bir süre düşündü, sonra hafifçe gülümsedi.
“Senin yaşındaki bir çocuğun böyle büyük bir sorumluluk alması ne güzel,” dedi. “Ama unutma Ali, büyük işler tek başına yapılmaz.”
Bu sözler, Ali’nin zihnine kazındı. Hemen harekete geçmeliydi. Köylüleri topladı ve onlara su kaynaklarını yeniden bulmaları gerektiğini söyledi. İlk başta kimse Ali’nin sözlerine pek kulak asmadı. Sonuçta o sadece bir çocuktu. Ama Ali vazgeçmedi.
“Eğer hepimiz bir araya gelirsek, kaybettiğimiz suyu geri getirebiliriz! Simurg’u beklemek yerine, kendi kanatlarımızı kendimiz açmalıyız!”

Ali’nin cesareti, köylüleri de harekete geçirdi. Kadınlar, erkekler, çocuklar, herkes kazmalarını, küreklerini aldı ve köyün etrafındaki yanmış ormanda su kaynaklarını aramaya başladı.
Günlerce süren arayışın sonunda, köyün biraz ötesinde, külle kaplı taşların altında küçük bir pınar buldular. Ancak pınarın ağzı toprakla kapanmış, içine taşlar dolmuştu.
Ali’nin aklına bir fikir geldi. Babasının marangozluk bilgisinden ilham alarak, köylülerle birlikte küçük kanallar açmayı önerdi. Eğer suyu yönlendirebilirlerse, yeniden bereketli topraklara kavuşabilirlerdi.
Çalışmalar başladı. Kadınlar taşları temizledi, erkekler toprak kazdı, çocuklar taşları taşıdı. Günlerce süren çabanın ardından, su küçük bir dere gibi köye ulaşmaya başladı. İnsanlar sevinçle birbirine sarıldı. Su geri gelmişti!
Ali, çamura bulanmış kıyafetleriyle bir kayanın üstüne oturdu. Yorgundu ama içi huzur doluydu. O sırada gökyüzüne baktı ve uzakta bir kuş süzülüyordu. Ne Simurg’tu ne de başka bir efsanevi yaratık… Ama yine de Ali, Simurg’un aslında her insanın içinde olduğunu biliyordu.
Köy, yeniden hayata dönmüştü. İnsanlar, Ali’nin öncülüğünde bir araya gelmiş ve umudu kaybetmeden çözüm üretmişti. Artık kimse burayı terk etmekten bahsetmiyordu.
O gün, Ali Simurg’un ne olduğunu anladı. O, bir efsane değildi. O, insanların içindeki inançtı. Ve bu inanç olduğu sürece, her şeyin üstesinden gelmek mümkündü.
Simurg’un Hikayesi burada sona ermiş. Simurg’un Hikayesi gibi Hayvan Hikayeleri için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.