Kasabanın ortasında, eski taş evlerin arasına sıkışmış küçük bir ilkokul vardı. Bu okul, nesillerdir kasabanın çocuklarını yetiştirmiş, bahçesindeki büyük çınar ağacıyla adeta bir simge hâline gelmişti. Çınarın gölgesi, yazın sıcağında serinlik, kışın ise yapraksız dallarıyla geçmiş zamanın hatıralarını sunuyordu.
Bu okulun öğrencilerinden biri de on yaşındaki Mert’ti. Mert, yaşıtlarına göre sessiz, içine kapanık bir çocuktu. Çoğu zaman ders aralarında bahçenin köşesindeki çınarın altında oturur, elindeki taşlarla küçük şekiller çizerdi. Diğer çocuklar top oynar, gülerek koşuştururken o sadece onları izler, ama katılmak için bir adım atmazdı.
Öğretmeni Defne Hanım, bu durumu fark etmişti. Mert’in derslerde başarılı olduğunu biliyordu ama kimseyle yakın arkadaşlık kurmaması onu düşündürüyordu. Bir gün teneffüste yanına oturup sordu:
“Mert, neden oyunlara katılmıyorsun?”
Mert başını kaldırdı, bir an duraksadı ve gözlerini kaçırarak cevap verdi:
“Bilmiyorum öğretmenim. Galiba öyle alıştım.”
Defne Hanım, Mert’in gözlerinde farklı bir şey gördü. Sanki içinde anlatamadığı bir boşluk vardı. Üstüne gitmek istemedi, ama ona yalnız olmadığını hissettirmek istiyordu.
Evde de durum pek farklı değildi. Annesi Dilek Hanım, oğlunun yalnızlığını hissediyordu. Baba, iş gereği sürekli şehir dışında olduğundan evde çoğu zaman sadece ikisi oluyordu. Mert, içine kapanık yapısıyla annesine çok fazla şey anlatmasa da Dilek Hanım, oğlunun kalbinde bir eksiklik olduğunu hissediyordu.
Bir akşam, Mert yemeğini bitirdikten sonra pencerenin kenarına oturup dışarı bakmaya başladı. Sokak lambalarının altında yürüyen birkaç insan vardı. Karşı köşedeki boş banka gözleri takıldı. Sanki orada biri olmalıymış gibi geldi.
Dilek Hanım, mutfaktan bir tabak meyveyle geldiğinde oğlunun dalgın bakışlarını fark etti. Sandalyeye oturup ona yaklaştı.
“Mert, aklında ne var oğlum?” diye sordu.
Mert, gözlerini pencereden ayırmadan cevap verdi: “Bilmiyorum anne. Bazen bir şey eksik gibi hissediyorum. Ama ne olduğunu bilmiyorum.”
Dilek Hanım, oğlunun saçlarını okşadı. “İnsan bazen eksik hisseder, oğlum. Ama eksikliğimizi bazen bir dost, bazen bir söz, bazen de bir anı tamamlar.”
O gece Mert uzun süre uyuyamadı. Eksikliğini hissettiği şeyin ne olduğunu bilmese de içindeki boşluk daha da belirgin hâle gelmişti.
Ertesi sabah hava griydi. Güneş, kalın bulutların arkasında saklanmış gibiydi. Soğuk bir rüzgar okul yolundaki ağaçları hışırdatıyordu. Mert, montunun fermuarını çekerken, okul yolunda her zamanki hızında yürümeye başladı. Ama yolun köşesini döndüğünde, daha önce hiç görmediği birini fark etti.
Kaldırımın kenarındaki eski bankta yaşlı bir adam oturuyordu. Üzerinde yıpranmış ama temiz bir palto vardı. Elleri titrek bir şekilde bastonuna dayanmış, gözleri boş bir noktaya dalmıştı. Yüzündeki derin çizgiler, yılların ona bıraktığı izleri anlatıyordu.
Mert, adamın yanında yavaşça durdu ve tereddütle baktı. İçinde bir şey ona yaklaşmasını söylüyordu ama nedenini bilmiyordu. Birkaç saniye daha bekledi, sonra cesaretini toplayarak kısık bir sesle sordu:
“Amca, iyi misiniz?”
Yaşlı adam yavaşça başını kaldırdı ve hafifçe gülümsedi. Gözleri yorgun ama sıcaktı.
“İyiyim, evlat. Sadece eski günleri düşünüyorum,” dedi.
Mert, adamın sözlerini duyunca meraklandı. “Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Yaşlı adam gözlerini gökyüzüne dikti, derin bir nefes aldı. “Eskiden bu sokaklarda çocuk sesleri hiç eksik olmazdı,” dedi. “Ben de burada büyüdüm. Ama şimdi herkes gidiyor, buralar sessizleşiyor. Yalnızlık, bazen en ağır kış kadar soğuk olur evlat.”
Mert bu sözleri duyunca içinde bir kıpırtı hissetti. Yusuf Amca’nın anlattıkları ona çok tanıdık geldi. Kendisi de çoğu zaman böyle hissetmiyor muydu?
Bir an düşündü, sonra cesaretini toplayıp, “Benim adım Mert,” dedi. “Sizin adınız ne?”
Yaşlı adam hafifçe başını salladı. “Ben de Yusuf,” dedi. “Mert, her gün bu yoldan geçiyor musun?”
Mert başını salladı. O günden sonra her sabah ve okul çıkışında Yusuf Amca’nın yanına uğramaya başladı. Başlangıçta sadece birkaç kelime konuşuyorlardı. Yusuf Amca bazen eski zamanlardan bahsediyor, bazen sadece sessizce etrafı izliyordu. Ama bu sessizlik rahatsız edici değildi. Aksine, içinde bir sıcaklık barındırıyordu.
Günler geçtikçe sohbetleri derinleşti. Yusuf Amca, Mert’e eski kasaba hikayeleri anlatıyor, geçmişin değerini öğretiyordu. Mert de okulda öğrendiklerini, o gün neler yaptığını anlatıyordu. Eskiden yalnız hissettiği okul yolu, artık sabırsızlıkla beklediği bir zamana dönüşmüştü.
Bir gün, Mert okuldan dönerken heyecanla Yusuf Amca’nın yanına koştu. “Bugün resim dersinde çınar ağacının resmini yaptım! Size gösterebilir miyim?” dedi.
Yusuf Amca gülümsedi. “Tabii ki, evlat. Hadi göster bakalım.”
Mert, çantasından çıkardığı resmi Yusuf Amca’ya uzattı. Resimde büyük bir çınar ağacı vardı. Ağacın altında ise iki figür duruyordu. Biri küçük bir çocuk, diğeri bastonlu bir adamdı.
Yaşlı adam resme uzun uzun baktı, sonra gözleri hafifçe doldu. “Bu gerçekten çok güzel, Mert,” dedi. “Ama bu sadece bir resim değil. Bu, paylaştığımız zamanın bir hatırası.”
Mert, ilk defa biriyle böyle bir bağ kurduğunu hissediyordu. Ama o gün fark edemediği bir şey vardı: Hayat her zaman aynı şekilde devam etmezdi.
Çünkü ertesi gün Yusuf Amca, her zaman oturduğu bankta değildi.
Mert, önce biraz bekledi, sonra merakla etrafına bakındı. Ama yaşlı adam ortalarda yoktu.
Günler geçti, ama Yusuf Amca hâlâ yoktu.
Mert’in içindeki boşluk, yeniden büyümeye başlamıştı. Ama bu sefer, sadece kendi yalnızlığı değildi. Aynı zamanda, kaybetme korkusuydu.
Ve bu korku, onu hiç tahmin edemeyeceği bir yolculuğa sürükleyecekti.
Mert, okuldan dönerken her zamanki gibi heyecanla köşedeki banka yöneldi. Ama Yusuf Amca orada değildi.
İlk başta geciktiğini düşündü. Belki de bugün biraz daha geç gelecekti. Ayakkabısının ucuyla kaldırımdaki küçük taşları iterek beklemeye başladı. Geçen insanlar farkında olmadan onun umutlarını adım adım eziyormuş gibi hissediyordu.
Beş dakika… On dakika… Yarım saat…
Ama Yusuf Amca hiç gelmedi.
O gün eve döndüğünde, annesi Mert’in yüzündeki düş kırıklığını hemen fark etti. Mutfakta yemek hazırlıyordu ama ocağın başından döndü ve oğlunun yanına oturdu.
“Bir şey mi oldu, Mert?” diye sordu nazikçe.
Mert önce konuşmak istemedi. Ama sonra dayanamayıp içini döktü:
“Anne, Yusuf Amca bugün bankta yoktu. Günlerdir bekliyorum ama hiç gelmedi. Ona bir şey mi oldu acaba?”
Dilek Hanım, oğlunun gözlerindeki kaygıyı görünce içi burkuldu. Mert ilk defa birine gerçekten bağlanmıştı. Ona, dostluğun ve sevginin sıcaklığını hissettiren biri olmuştu Yusuf Amca. Ama hayat her zaman planlandığı gibi gitmezdi.
Annesi, oğlunun omzuna hafifçe dokundu. “Oğlum, istersen kasabadaki insanlara sorabiliriz. Belki onu tanıyan biri vardır,” dedi.
Bu fikir Mert’in içini biraz rahatlattı. Ertesi gün, annesiyle birlikte Yusuf Amca’yı tanıyabilecek birkaç kişiye sordular. Kasabanın bakkalına, köşe başındaki çay ocağına, hatta postaneye bile gittiler. Sonunda, yaşlı bir adam onun birkaç gün önce rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldığını söyledi.
Hastane kelimesini duyunca Mert’in kalbi sıkıştı.
Hemen oraya gitmek istedi. Annesi önce tereddüt etti ama oğlunun yüzündeki kararlılığı görünce ona engel olamadı. Beraber hastaneye gittiler.

Soğuk beyaz duvarlar, koridorda yankılanan ayak sesleri ve buram buram ilaç kokusu, Mert’in içindeki gerginliği daha da artırıyordu. Ellerini yumruk yapmış, annesinin peşinden yürüyordu. Hemşirelerden birine sordular ve sonunda Yusuf Amca’nın kaldığı odaya ulaştılar.
Kapıyı yavaşça açtıklarında, Yusuf Amca’nın yatağında sessizce yattığını gördüler. Yüzü her zamanki gibi huzurluydu ama biraz yorgun görünüyordu. Pencereden süzülen soluk gün ışığı, odadaki sessizliği daha da belirgin hâle getiriyordu.
Mert, bir an kapıda durdu. Kalbinin çarpıntısını durduramıyordu.
Sonra yavaşça yatağa yaklaştı ve titrek bir sesle fısıldadı:
“Yusuf Amca?”
Yaşlı adam gözlerini hafifçe araladı. Önce bir an ne olduğunu anlamadı ama sonra Mert’i görünce yüzünde tanıdık bir gülümseme belirdi.
“Gelmişsin, evlat,” dedi yavaşça. Sesi biraz zayıftı ama hâlâ aynı sıcaklığa sahipti.
Mert, yatağın yanına oturdu. Elleriyle Yusuf Amca’nın elini tuttu. Küçük elleri, yaşlı adamın nasırlı ve zayıf ellerinin etrafında sıcacık bir kalkan gibiydi.
“Sizi çok merak ettim. Günlerdir bankta sizi bekledim,” dedi. Sesi titriyordu.
Yusuf Amca hafifçe başını salladı. “Biliyorum, evlat,” dedi. “Gelmek isterdim ama bazen insan gitmek zorunda kalır. Ama unutma, bir yere gitmek, unutulmak anlamına gelmez.”
Mert gözlerini kırpıştırarak onu dinledi. Boğazı düğümlenmişti. “İyi olacaksınız, değil mi?” diye sordu.
Yusuf Amca, çocuğun içindeki umudu hissederek gülümsedi. “Bazı şeyleri biz seçemeyiz, Mert. Ama hatırlanmak, insanı her zaman yaşatır. Sen beni hatırladığın sürece, ben hep senin yanında olacağım.”
Mert o an anladı.
Bazı insanlar fiziksel olarak yanımızda olmasa da kalbimizde hep bizimle olurdu.
Küçük çocuk, Yusuf Amca’nın ellerini daha sıkı tuttu ve gözlerinin içine bakarak fısıldadı:
“Sen benim her şeyimsin.”
Yaşlı adamın gözleri nemlendi. Hafifçe başını salladı ve elini Mert’in saçlarına götürerek sevgiyle okşadı. “Sen de benim evlat gibi sevdiğim birisin,” dedi kısık bir sesle.
Mert, elini bırakmadı. O an orada, Yusuf Amca’nın yanında olmak dışında hiçbir şeyi önemsemiyordu.
Saatler geçti. Mert, Yusuf Amca’ya en sevdiği kitabı okumaya başladı. Sayfalar ilerledikçe, odadaki sessizlik yerini hikâyelerin sıcaklığına bıraktı.
Ama her şeyin bir sonu olduğu gibi, bu güzel anların da bir sonu vardı.
Ertesi sabah, Mert hastaneye gitmek için hazırlandı. Ama yola çıkmadan önce annesi ona dönüp, gözlerinde hüzünle, “Mert, bir şey bilmen gerek,” dedi.
Mert’in içi sıkıştı. “Ne oldu anne?”
Dilek Hanım, oğlunun ellerini tutarak derin bir nefes aldı. “Yusuf Amca bu sabah aramızdan ayrıldı, oğlum.”
Dün gece yanından ayrılırken son kez gülümsediğini hatırladı. Son sözlerini, onun için bıraktığı hatıraları…
Mert’in kalbinde bir sızı oluştu. Ama o an, Yusuf Amca’nın ona söylediklerini hatırladı:
“Bir yere gitmek, unutulmak anlamına gelmez.”
Bu yüzden ağlamadı.
Gözlerini pencereden dışarıya çevirdi. Güneş, bulutların arasından hafifçe yüzünü gösteriyordu. Hafif bir rüzgâr esiyor, Yusuf Amca’nın her zaman oturduğu banka bir avuç sararmış yaprak düşüyordu.
Mert içinden geçen tek cümleyi fısıldadı:
“Sen benim her şeyimsin.”
Ve o günden sonra Mert, Yusuf Amca’nın ona bıraktığı öğüdü hiç unutmadı.
Kasabanın sokaklarında yürüdüğünde, hâlâ o banka uğrar, birkaç saniye durup gökyüzüne bakardı. Ve her seferinde, içinden hep aynı cümle geçerdi:
“Sen benim her şeyimsin.”
Sen Benim Her Şeyimsin Hikayesi burada sona erdi. En İyi Dostlar Hikayesi gibi Dostluk Hikayeleri için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.