Ali, yedi yaşında, neşeli ve meraklı bir çocuktu. En çok sevdiği şeylerden biri, doğayı izlemek ve etrafındaki renkleri keşfetmekti. Evlerinin bahçesinde büyüyen çiçekleri inceler, gökyüzünün tonlarını takip eder, annesinin yemek yaparken kullandığı sebzelerin renklerini karşılaştırırdı. Ama farkında olmadan, herkesin gördüğü dünyayı biraz farklı görüyordu.
Bir gün sınıfta öğretmeni büyük bir heyecanla öğrencilere dönerek, “Bugün renkleri keşfedeceğimiz harika bir etkinlik yapacağız!” dedi. Masanın üzerine farklı renklerde kâğıtlar yerleştirdi ve her bir çocuğa, en sevdikleri rengi seçmelerini söyledi.
Ali’nin gözleri hemen masadaki renk cümbüşüne takıldı. İçlerinden birini dikkatlice aldı. Ona göre içinde biraz deniz mavisi, biraz da çimen yeşili olan hoş bir renkti. İçini huzurla dolduran bu kâğıdı havaya kaldırıp gülümseyerek, “İşte, en sevdiğim renk!” dedi.
Öğretmeni ve arkadaşları bir an sessizleşti. Ardından öğretmeni hafif bir şaşkınlıkla sordu, “Ali, bu gerçekten en sevdiğin renk mi?”
Ali başını salladı. Öğretmen eliyle işaret ederek, “Ama Ali, bu kırmızı,” dedi.
Sınıftaki birkaç çocuk hafifçe kıkırdadı. Ali şaşkınlıkla kağıda tekrar baktı. Kırmızı mı? Oysa o, kırmızıyı çok farklı bir tonda hayal etmişti. Arkadaşı Zeynep merakla eğildi ve kağıda bakarak, “Ali, gerçekten kırmızı mı sanıyorsun?” diye sordu.
Ali’nin yüzü kızardı. Neden herkes böyle tepki veriyordu? Ona göre bu renk, kırmızı değildi. Ama öğretmeni öyle söylüyorsa, belki de bir hata yapmıştı. İçindeki huzur yerini endişeye bırakmaya başladı.
O gün eve gittiğinde, annesi onun yüzündeki buruk ifadeyi hemen fark etti.
“Ali, bugün okulda bir şey mi oldu?” diye sordu.
Ali yere bakarak, “Anne, ben renkleri yanlış mı görüyorum?” diye mırıldandı.
Annesi bir an duraksadı, sonra gülümseyerek ona yaklaştı. “Gel bakalım,” dedi ve mutfağa geçti. Birkaç farklı meyve getirdi. Masaya bir elma, bir muz ve bir portakal koydu.
“Şimdi bana bunların renklerini söyle,” dedi nazikçe.
Ali tereddütle elmayı eline aldı. Ona göre maviye çalan bir tondu ama bunu söylemek istemedi. Sonra muza baktı. Sarı olduğunu biliyordu çünkü herkes ona sarı diyordu. Portakal ise… kahverengiye benziyordu ama yine de “turuncu” dedi.
Annesi başını sallayarak ona sevgiyle baktı. “Ali, sanırım sen renk körlüğü yaşıyorsun.”
Ali’nin gözleri büyüdü. “Renk körlüğü mü? O ne demek?”
Annesi, “Bu, bazı renkleri diğer insanlar gibi göremediğin anlamına geliyor,” diye açıkladı. “Ama bu bir hastalık değil. Sadece gözlerinin renkleri algılama şekli farklı. Tıpkı insanların farklı dilleri konuşması gibi, sen de dünyayı farklı bir dille görüyorsun.”
Ali’nin kafası iyice karışmıştı. “Ama o zaman… ben gerçek renkleri hiç bilemeyecek miyim?”
Annesi gülümsedi. “Gerçek renk diye bir şey yoktur, Ali. Renkler, ışığın gözümüzde oluşturduğu bir yanılsamadır. Sen sadece dünyayı farklı bir şekilde görüyorsun.”
Ama Ali ikna olmamıştı. Eğer herkes farklı görüyorsa, o zaman dünyada kaç tane gerçek vardı? Bu düşünceler kafasını kurcalarken, gökyüzüne baktı. Gökyüzü ona hâlâ huzur veriyordu. Çimenler de yumuşak ve serindi. Renklerini herkes gibi bilemese de, onları hissedebiliyordu.
O gece yatağına uzandığında, öğretmeninin, arkadaşlarının ve annesinin sözlerini düşündü. Belki de dünyayı olduğu gibi görmeyi öğrenmeliydi. Ama nasıl?
O sabah Ali, okul yolunda annesinin söylediklerini düşündü. “Sen dünyayı farklı bir şekilde görüyorsun.” Bu cümle aklından çıkmıyordu. Ama farklı olmak bazen zor hissettiriyordu. Renkleri herkes gibi görememek, arkadaşlarının şaşkın bakışlarını görmek… Bunlar onu huzursuz ediyordu.

Sınıfa girdiğinde, öğretmeni ona gülümseyerek yaklaştı. “Ali, dün biraz kafan karışmış gibiydi. Bugün senin için özel bir etkinlik yapacağız,” dedi.
Ali meraklandı. Öğretmeni dolaptan bir kutu çıkardı ve içinden farklı desenlerde kumaş parçaları çıkardı.
“Hadi, renkleri dokularına göre ayıralım.”
Ali heyecanla kumaşları eline aldı. Bazıları pürüzsüzdü, bazıları hafif tüylüydü, bazılarıysa kabartmalıydı. Gözlerini kapatarak parmak uçlarıyla hissetti. Sonunda kumaşları hislerine göre sıraladı.
Öğretmeni gülümsedi. “İşte bu! Sen renkleri görmek yerine hissediyorsun. Ve bu, seni özel yapıyor.”
O gün öğle arasında Ali, bahçeye çıktı. Çimenlere dokundu. Çimenlerin yumuşaklığı ona huzur veriyordu. Gökyüzüne baktı. Onun için mavi ya da yeşil olup olmaması artık önemli değildi, çünkü o, gökyüzünün uçsuz bucaksız genişliğini hissedebiliyordu.
O gün eve döndüğünde, babası masanın üzerine bir kutu koydu.
“Bunlar renk körlüğü gözlükleri,” dedi. “Bunları taktığında bazı renkleri daha farklı görebileceksin.”
Ali heyecanla gözlüğü taktı. Bir anda dünya değişti. Gökyüzü masmavi oldu, çimenler belirgin bir yeşile döndü. Renkler, Ali’nin daha önce hiç görmediği kadar canlıydı. Kalbi hızla çarpmaya başladı.
Ama sonra gözlüğü çıkardı ve derin bir nefes aldı.
Annesi merakla sordu, “Nasıl hissediyorsun?”
Ali gülümsedi. “Dünya gözlükle farklı, ama gözlüksüz de güzel. Ben renkleri hissederek seviyorum.”
O günden sonra Ali, renkleri görmenin tek yolunun gözler olmadığını öğrendi. Onun için renkler, dokuların, ışığın ve hislerin birleşimiyle oluşuyordu. Ve böylece, renklerin sessiz şarkısını dinlemeye devam etti.
Renk Körlüğü Hikayesi burada sona ermiş .Renk Körlüğü Hikayesi gibi Eğitici Hikayeler için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.