Bir zamanlar, büyük ağaçların gölgesinde kalan, şirin bir ilkokul varmış. Bu okulda dördüncü sınıfa giden Elif adında, düzeni çok seven bir kız yaşarmış.
Elif’in defterleri çizgisiz bile düzgün olur, kalemleri asla yere düşmezmiş. Her sabah saçlarını annesi örer, okula tertemiz kıyafetleriyle gelirmiş. Elif biraz da içine kapanıkmış; bir iki yakın arkadaşı dışında kimseyle fazla konuşmazmış.
Okul onun için güvenli, tanıdık bir yer demekmiş.
Ta ki o pazartesi sabahı, sınıfın kapısı açılana kadar…
Öğretmenleri kapının önünde durmuş ve hafifçe gülümseyerek, “Çocuklar, bugün sınıfımıza yeni bir arkadaş katılıyor,” demiş.
Ardından içeriye, başını önüne eğmiş, ürkek adımlarla bir kız girmiş. Saçları biraz dağınık, kıyafetleri eskiymiş. Ayakkabılarının birinin ucu açılmış, sırtındaki çanta kenarlarından sökülmüşmüş.
Kızın adı Melis’miş.
Öğretmen, Melis’i Elif’in sırasının yanına oturtmak istemiş ama Elif dudaklarını sıkarak biraz geriye çekilmiş.
— “Yanı boş değil mi Elif?” diye sormuş öğretmeni.
Elif başını eğip yavaşça, “Evet…” demiş. Ama içinden, “Onunla oturmak istemiyorum,” diye geçirmiş. Gerekçesi ise sadece Melis’in görünüşüymüş.
O gün boyunca Elif, Melis’e hiç konuşmamış. Göz ucuyla ona bakıp, çantasındaki yırtığı, eteğindeki lekeyi fark etmiş. İçinden, “Neden biri böyle okula gelir ki? Annesi yok mu bunun?” diye düşünmüş.
Melis sessizmiş. Ne çok konuşuyormuş ne de sorulara atlıyormuş. Yalnızca tahtaya dikkatle bakıyor, bir şeyler yazıyor, teneffüslerde kenarda duruyormuş.
Elif, onunla göz göze gelmemek için hep pencereye bakmış.
Birkaç gün sonra, gökyüzü griye dönmüş. Sabah okula gelirken ince ince yağmur başlamış, öğleden sonra gök gürlemeye, rüzgâr uğuldamaya başlamış. Evler, yollar, ağaçlar suyla dolmuş. Dallar eğilmiş, kuşlar yuvalarına kaçmış.
O gün okul biraz erken bitmiş. Ama Elif’in annesi onu almaya gelememişti. Elif, okulun merdivenlerinde, tek başına bekliyormuş.
Üstünde montu yokmuş. Şemsiyesi de çantasını toparlarken okulda unutulmuş. Gözlüğü buğulanmış, saçlarının uçları ıslanmaya başlamış. Ayak parmakları donuyormuş neredeyse.
İşte o sırada, başında mor kapüşonuyla biri yanına yaklaşmış.
Melis bu.
Elinde küçük, eski bir şemsiye tutuyormuş. Sapı eğrilmiş, kumaşında küçük bir delik varmış ama yine de iki kişiyi azıcık da olsa koruyabilecek kadarmış.
— “Çok ıslandın,” demiş Melis. “İstersen benimle gel. Evimiz çok yakın. Annem yok ama babam geç geliyor. Seni bekletmezler.”
Elif başta tereddüt etmiş. “Ama biz arkadaş değiliz ki…” diye düşünmüş içinden.
Ama soğuk öyle kemiklerine işlemişti ki…
Sonunda sessizce başını sallamış.
Melis’in evi okuldan sadece birkaç sokak ötedeymiş. Ama sokağa girince Elif, buranın kendi oturduğu mahalleye hiç benzemediğini fark etmiş.
Evler küçüktü. Duvarları çatlak, bazı pencereler naylonla örtülmüş. Bahçelerde çamurlu oyuncaklar, kırık bisikletler duruyormuş.
Melis kapıyı açınca, içeriden küçük çocuk sesleri duyulmuş.
— “Ablam geldi! Ablam geldi!”

İki minik çocuk koşarak Melis’e sarılmış. Üzerlerinde bol gelen kazaklar, ayaklarında kalın çoraplar varmış. İçerisi pek sıcak değilmiş. Elif, burnunun ucuna kadar üşüdüğünü fark etmiş.
Melis, kardeşlerinin başını okşayıp mutfağa geçmiş. Birkaç dakika sonra elinde iki kupayla dönmüş.
— “Sıcak limonlu su. Annem hep böyle yapardı.”
Elif sessizce bardağı almış. Elini yavaşça sarıp içmeye başlamış. Limonun kokusu burnunu hafifçe yakarken, gözleri buğulanmış.
— “Annem bir yıl önce vefat etti,” demiş Melis. “Babam sabahları çok erken çıkar. Kardeşlerime ben bakıyorum. Okula da tek başıma geliyorum.”
Elif, bardağı elleriyle daha sıkı kavramış. Bir süre ne diyeceğini bilememiş.
Çantasını, elbisesini, her sabah annesinin ördüğü saçlarını düşünmüş. Sıcak evlerini, soba başındaki kedisini, fırından yeni çıkmış poğaçaları…
İlk gün, Melis’e neden böyle davrandığını düşündükçe içi burulmuş. Yüzü kızarmış, gözleri dolmuş.
— “Ben… senden uzak durdum çünkü… bilmiyorum, sadece dışına baktım. Özür dilerim Melis. Gerçekten üzgünüm,” demiş.
Melis ona şaşkınlıkla bakmış ama sonra gülümsemiş.
— “Ben alışığım. İnsanlar hep önce dışıma bakar. Ama alışınca geçiyor. Artık sen de içimi gördün.”
Elif, o akşam eve dönünce annesine her şeyi anlatmış.
Melis’i, kardeşlerini, sıcak olmayan evi, eski çorapları, o küçük şemsiyeyi… Hepsini.
Annesi uzun süre konuşmamış. Sonra mutfağa geçmiş, biraz undan, azıcık kıymadan ve sevgiyle bir tencere yemek yapmış.
— “Yarın okul çıkışı birlikte bırakırsınız. Bu kap yemekle kalpler ısınır,” demiş.
Ve o günden sonra Elif ile Melis çok iyi arkadaş olmuşlar. Elif artık sadece kalemi düz duranları değil, yüreği düzgün olanları severmiş.
Melis’le birlikte teneffüslerde kitap okur, bazen kardeşleri için minik çizgi filmler çizerlermiş. Elif’in annesi arada yemek yollar, Melis de onlara fırından ekmek getirirmiş.
Zaman geçmiş, ama o ilk günkü yağmur hiç unutulmamış.
Çünkü bazen, en büyük değişimi başlatan şey bir şemsiye, bir sıcak bardak su ve içten bir “özür dilerim” olurmuş…
Ve insan, gerçekten tanımadan kimseyi yargılamaması gerektiğini bir kez öğrendi mi, bunu bir daha hiç unutmazmış.
Ön Yargı Hikayesi burada sona erdi. Ön Yargı Hikayesi gibi Dostluk Hikayeleri için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.