Güneş, doğudan ağır ağır yükselirken ufukta hafif bir kızıllık bırakıyordu. Serin sonbahar sabahı, çiftliğin dört bir yanını saran meyve ağaçlarının yapraklarını hafifçe titretiyor, sabah çiyi toprağa serpilmiş gibi parlıyordu. Çiftlikte yeni bir gün başlıyordu.
Ali, her sabah olduğu gibi erkenden uyanmış, ayaklarını yatağından sarkıtarak gözlerini ovuşturmuştu. Dışarıdan gelen horozun ötüşü, günün başladığının habercisiydi. Üzerine kalın yün hırkasını geçirip kapıyı açtığında, yüzüne hafif bir esinti vurdu. Havanın serinliğine aldırmadan bahçeye çıktı. Babası çoktan ahıra gitmiş, hayvanların yemini dağıtmaya başlamıştı.
Ali’nin ailesi, nesillerdir bu küçük çiftlikte yaşıyordu. Tavuklar, koyunlar, birkaç inek ve büyük bir tahıl ambarları vardı. Ama Ali’nin en büyük isteği bir köpek sahibi olmaktı. Bir köpekle oynamak, ona bakmak, onunla vakit geçirmek istiyordu. Her seferinde babasına bu isteğini dile getirir, fakat babasının cevabı hep aynı olurdu:
“Köpek, sadece bir arkadaş değil, büyük bir sorumluluktur, oğlum. Ona bakmayı, beslemeyi, hastalandığında ilgilenmeyi bilmelisin. Bir hayvan almak, ona ömür boyu bakmak demektir.”
Ali, babasının sözlerine saygı duysa da içinde bir umut hep canlıydı. Bir gün, bir köpeği olacağına inanıyordu.
O gün babası sabah erkenden pazara gitmişti. Çiftlikte gün her zamanki gibi geçiyor, Ali derslerini bitirdikten sonra bahçede oynuyordu. Saatler geçti, hava kararmaya başlamıştı. Ali, babasının dönüşünü sabırsızlıkla bekliyordu. Sonunda, yolun başında eski arabalarının farlarını gördüğünde heyecanlandı. Babası çiftliğe yaklaştıkça, Ali onun yanında bir şey taşıdığını fark etti.
Araba durduğunda, babası kapıyı açıp dışarı çıktı. Gözlerinde her zamanki sakin ve ciddi ifade vardı. Ama bu kez yanında büyük, kara bir köpek vardı.
Ali’nin gözleri büyüdü. “Baba! Bu… Bu köpek nereden geldi?” diye heyecanla sordu.
Babası hafifçe gülümsedi. “Oğlum, bu Karabaş. Bugün pazarda bir adam onu satıyordu. Gözlerine baktığımda, onun sadık bir dost olacağını anladım. Çiftliğimizin bekçiliğini yapacak. Ama en büyük sorumluluğu sen alacaksın. Ona gerçekten bakabileceğine emin misin?”
Ali’nin kalbi hızla çarpmaya başladı. Dizlerinin üzerine çöktü ve köpeğe yaklaştı. Karabaş önce biraz çekindi, kulaklarını geriye yatırıp Ali’yi dikkatle süzdü. Sonra yavaşça kokladı ve kuyruğunu hafifçe sallamaya başladı.
Ali, elini yavaşça Karabaş’ın kafasına götürdü. Tüyleri yumuşaktı ama altında güçlü bir kas yapısı hissediliyordu. “Merhaba, Karabaş,” diye fısıldadı. Köpek, derin bir nefes alıp Ali’nin elini kokladıktan sonra başını onun avucuna bıraktı.
Baba, oğlunun sevincini izlerken başını salladı. “Unutma Ali, Karabaş artık bizim bir parçamız. Ona iyi bakmalısın.”
Ali, köpeğin başını severken, “Söz veriyorum baba. Ona çok iyi bakacağım,” dedi.
O günden sonra Karabaş, çiftliğin en sadık bekçisi oldu. Sabahları Ali’yle birlikte tarlaya gidiyor, akşamları kapının önünde nöbet tutuyordu. Karabaş, çiftlik hayatına hızla alıştı. Ali ona sevgiyle yaklaştıkça, köpek de ona güvenmeye başlamıştı. Tavukların yanına fazla yaklaşmamayı öğrenmişti, hatta bazen ahırın önüne uzanıp inekleri izliyordu. Çiftlikte herkes ona kısa sürede alışmıştı.
Ama en çok Ali, Karabaş’a bağlanmıştı. Onunla oyunlar oynuyor, yemeklerini birlikte yiyor, çiftlikte koşturuyordu. Geceleri ise Karabaş, Ali’nin penceresinin önünde uyuyor, sabaha kadar çiftliği koruyordu.
Günler geçtikçe Karabaş, çiftliğin ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Ali, köpeğine her geçen gün daha da bağlanıyordu. Sabahları birlikte uyanıyor, tarlada çalışırken Karabaş hep yanında oluyor, akşamları ise çiftliğin girişinde nöbet tutuyordu.
Onun sayesinde Ali, artık sorumluluk almanın ne demek olduğunu öğrenmişti. Karabaş’a düzenli olarak yemek veriyor, tüylerini tarıyor, her gün onunla ilgileniyordu. Babası, oğlunun bu değişimini fark ediyor ve içten içe gurur duyuyordu.
Bir gün Ali, Karabaş’la birlikte çiftlik sınırlarında dolaşıyordu. Kuru yapraklar ayaklarının altında hışırdıyor, serin rüzgâr ağaçları sallıyordu. Karabaş, Ali’nin yanında yürürken bir anda kulaklarını dikti ve durdu. Gözleriyle uzakları tarıyordu. Ali, onun bu tavrını hemen fark etti.
“Ne oldu, Karabaş?” diye sordu.
Karabaş’ın kuyruğu yukarı kalkmış, gözleri karanlık çalılıkları dikkatle inceliyordu. Ali de gözlerini kısıp baktı ama bir şey göremedi. Fakat Karabaş’ın burnunu kaldırıp havayı koklamasından ve gergin duruşundan bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı.
“Haydi eve dönelim,” dedi Ali, içindeki huzursuzluk hissiyle. Karabaş, birkaç saniye daha aynı noktaya baktı ama sonra Ali’nin yanına döndü.
O gece hava daha erken kararmıştı. Kış mevsimi kapıdaydı, rüzgâr sert esmeye başlamıştı. Gök yüzünde bulutlar kümelenmiş, çiftliğin her köşesi derin bir sessizliğe bürünmüştü. Ali ve ailesi, sobanın etrafında oturmuş, annesinin yaptığı sıcak çayı içiyorlardı.
Tam o sırada dışarıdan keskin bir havlama sesi duyuldu. Önce bir, sonra bir tane daha. Ardından Karabaş, art arda havlamaya başladı. Ama bu sıradan bir havlama değildi. Onun sesi, her zamankinden daha öfkeli ve uyarıcıydı.
Baba hemen yerinden fırladı, pencereye koştu ama dışarıda zifiri karanlıktan başka bir şey göremedi. Karabaş’ın sesi gittikçe yükseliyor, öfkeli bir tonda yankılanıyordu. Ali de içgüdüsel olarak pencereye yaklaştı. Köpeğin sesi, çiftlik kapısına doğru yönelmişti.
“Baba, Karabaş bir şeye kızmış olmalı,” dedi endişeyle.
Baba kaşlarını çattı, paltosunu hızla üzerine geçirdi ve kapıya yöneldi. Ali de onun arkasından gitti. Kapıyı açtıklarında Karabaş’ı çiftlik kapısının önünde, tüyleri diken diken olmuş bir şekilde hırlarken buldular. Karabaş, dişlerini göstermiş, sırtındaki tüyler kabarmış halde ileriye doğru bakıyordu.
O anda, ay ışığı kısa süreliğine bulutların arasından sıyrıldığında, çiftliğin sınırında hareket eden bir gölge görüldü. Ali’nin nefesi kesildi. “Baba! Biri var orada!” diye fısıldadı.
Baba, el fenerini alıp ışığını gölgeye tuttuğunda, bir adamın çiftliğin tel çitlerine yaklaştığını fark ettiler. Üzerinde eski püskü kıyafetler vardı ve elinde bir çuval tutuyordu. Karabaş, hırlayarak bir adım daha öne çıktı. Adam, köpeğin bu duruşundan ürkmüş olacak ki olduğu yerde donup kaldı.
Baba, sert bir sesle konuştu: “Sen kimsin? Burada ne işin var?”

Adam birkaç saniye tereddüt etti ama Karabaş’ın tehditkâr duruşunu görünce hızlıca geri çekildi. Köpeğin gözleri, adamın en ufak bir hareketini bile izliyordu. Ali’nin yüreği güm güm atıyordu.
Adam, birkaç adım daha geriledi, ardından hızla arkasını dönüp karanlıkta kayboldu.
Karabaş, bir süre daha havladıktan sonra kuyruğunu dik tutarak Ali’nin yanına geldi. Hâlâ tetikteydi ama artık daha sakindi. Baba, derin bir nefes alarak Ali’ye döndü.
“Oğlum, bu köpek olmasaydı, belki de o adam çiftliğe girip zarar verebilirdi. Karabaş, çiftliğin gerçek koruyucusu oldu,” dedi.
Ali, gururla Karabaş’ın başını okşadı. “O, bizim en sadık dostumuz.”
O gece herkes Karabaş’ın kahramanlığını konuştu. Ali, köpeğini daha da çok sevdi, ona olan güveni daha da arttı. Babası, o gece oğluna dönüp gülümseyerek bir şey söyledi:
“Köpek almak, gerçekten büyük bir sorumlulukmuş. Ama sen bu sorumluluğu en iyi şekilde yerine getiriyorsun.”
Ali, bu sözleri duyduğunda içini büyük bir mutluluk kapladı. Karabaş, sadece bir hayvan değildi. O, ailenin bir parçasıydı. Ve o günden sonra, Karabaş çiftliğin en güvenilir bekçisi olmaya devam etti.
Ali artık biliyordu: Bir köpeğin sevgisini kazandığında, o sevgiye ömür boyu sahip olursun. Ve Karabaş, hayatı boyunca Ali’nin yanında olmuş, ona sonsuz sadakatiyle eşlik etmişti.
Köpek Hikayesi burada sona ermiş. Köpek Hikayesi gibi Hayvan Hikayeleri için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.