Deniz, pencerenin önünde oturmuş camdan dışarıyı izliyordu. Gökyüzü koyu griye bürünmüş, ince ince yağmur yağmaya başlamıştı. Cama vuran damlalar ağır ağır süzülüyor, birbirleriyle yarışır gibi iz bırakıyorlardı. Deniz’in içi de tıpkı bu gökyüzü gibi kasvetliydi.
Önündeki büyük yarış için haftalardır çalışıyordu. Sabahları erkenden kalkıp koşmuş, beslenmesine dikkat etmiş, her akşam babasıyla parkura gidip hızını artırmaya çalışmıştı. Ama şimdi yarışın arifesinde, içini tarifsiz bir huzursuzluk kaplamıştı.
Acaba ya yarın kötü bir performans sergilerse? Ya koşu sırasında ayağı kayarsa, tökezlerse? Ya herkes ondan daha hızlı koşarsa? Onca emeği boşa giderse ne olacaktı?
Deniz, yatağında sağa sola döndü. Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı ama zihni bir türlü susmuyordu. Yatağında doğrulup başucundaki saatine baktı. Gece yarısına yaklaşmıştı. Uyuması gerekiyordu ama yapamıyordu. İçindeki gerginlik onu yerinde bile duramaz hale getirmişti.
O sırada odasının kapısı hafifçe aralandı. Babası sessizce içeriye girdi ve pencerenin yanında duran Deniz’in yanına oturdu.
“Hala uyumadın mı, şampiyon?” diye sordu gülümseyerek.
Deniz omuzlarını silkti. “Uyuyamıyorum baba. Çok heyecanlıyım. Yarın her şey yolunda gitmezse diye korkuyorum.”
Babası Deniz’in omzuna hafifçe dokundu. “Biliyor musun oğlum, bazen hayatta her şeyin bizim istediğimiz gibi olmasını isteriz ama unutmamamız gereken bir şey var: Hayat, kendi ritminde akar. Her şey, olması gerektiği zamanda gerçekleşir.”
Deniz, babasının yüzüne baktı. Onun sakince konuşması bile içini biraz rahatlatıyordu ama hâlâ tam olarak anlayamıyordu.
“Ya elimden geleni yapmama rağmen başarılı olamazsam?” diye sordu usulca.
Babası pencereye yöneldi ve yağmurun cama vuran damlalarını işaret etti. “Bak, yağmuru görüyor musun? Damlalar birer birer düşüyor, acele etmiyorlar. Çünkü her biri, doğru zamanda toprağa kavuşacaklarını biliyor. Yağmur bile sabırla yol alıyorsa, biz neden acele edelim?”
Deniz, babasının söylediklerini düşündü. Yağmurun telaşı yoktu. Buluttan düşerken, yolunu bulurken, toprağa ulaşıp tekrar gökyüzüne çıkana kadar hep bir ritmi vardı. Ama Deniz, sabırla beklemeyi bilmiyordu.
Derin bir nefes aldı. Belki de babası haklıydı. Elinden geleni yapmıştı. Gerisi artık zamanı gelince kendiliğinden şekillenecekti.
Babası onu nazikçe saçlarını karıştırarak, “Haydi bakalım, artık uyuma zamanı,” dedi.
Deniz başını salladı ve yatağına geri döndü. Yorganını üzerine çekti ama hâlâ içindeki huzursuzluk tam olarak kaybolmamıştı. Gözlerini kapattı, yağmurun ritmik sesini dinleyerek uykuya dalmaya çalıştı.
Sabah olduğunda, güneş yağmurdan sonra pırıl pırıl parlıyordu. Hava tertemizdi. Yarış için mükemmel bir gündü.
Deniz, annesi ve babasıyla birlikte yarış alanına geldiğinde, içerisi çocuklarla doluydu. Herkes heyecanlı bir şekilde ısınma hareketleri yapıyor, start çizgisinin hemen gerisinde sıralanıyordu. Deniz de derin bir nefes aldı ve diğer yarışmacıların arasına geçti.
Koşunun başlamasına saniyeler kala kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Ellerini yumruk yaptı, ayaklarını yere sağlamca bastı. Hakemin düdüğü çalınca herkes hızla öne doğru atıldı. Deniz de tüm gücüyle koşmaya başladı. Ayaklarının altında ezilen çakılların sesi, rüzgarın yüzüne çarpışı, kalbinin kulaklarında yankılanan ritmi…
Her şey mükemmel gidiyordu!
Ama tam yarışın ortasında, aniden ayağı bir taşa takıldı. Bir saniye içinde dengesi bozuldu ve sert bir şekilde yere düştü. Canı yanmıştı, ama daha da kötüsü, herkes onu geçmişti.

Dizleri kanamış, avuçları çakıllarla dolmuştu. Yerde birkaç saniye boyunca öylece kaldı. Yarışa devam etmenin bir anlamı var mıydı? Artık kazanamazdı…
Tam vazgeçmek üzereyken, babasının sesi zihninde yankılandı:
“Yağmur bile acele etmez. Sen neden ediyorsun?”
O an fark etti. Yarışı kazanmak için değil, bitirmek için koşmalıydı.
Yavaşça ayağa kalktı. Bacakları titriyordu ama bir kez daha adım attı. Sonra bir tane daha… Derken, yeniden koşmaya başladı. Artık birinci olmayı düşünmüyordu. Sadece devam etmek istiyordu.
Ve sonunda, bitiş çizgisine ulaştığında, kalabalıktan yükselen alkışları duydu. Belki birinci olmamıştı ama o an fark etti ki, en büyük zafer devam etmekti.
Koşarken kaybettiğini sandığı her şeyin aslında o kadar da önemli olmadığını anladı.
Ve o gün, Deniz için her şeyin değişmeye başladığı gün oldu.
Deniz, yarıştan sonra herkesin gülümseyerek onu tebrik ettiğini gördü. Öğretmeni yanına gelip, “Düştükten sonra bile pes etmedin, asıl kazanan sensin,” dediğinde, içinde hafif bir rahatlama hissetti. Ama yine de aklının bir köşesinde, “Keşke düşmeseydim, belki birinci olurdum,” düşüncesi yankılanıyordu.
Eve vardığında, yarış pistinde olduğu kadar yorgun hissediyordu kendini. Üstünü değiştirdi, dizindeki sıyrıkları annesinin temizlemesine izin verdi ve koltuğa oturup sessizce dışarıyı izlemeye başladı.
Babası bir bardak sıcak sütle yanına geldi. “Nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
Deniz omuzlarını silkti. “İyi… Sanırım.”
Babası ona dikkatlice baktı. “Gerçekten mi?”
Deniz içini çekti. “Baba, neden düştüm ki? O kadar çalıştım, her şey mükemmel olmalıydı. Belki de daha dikkatli olmalıydım…”
Babası gülümsedi. “Deniz, gerçekten her şey mükemmel olmalı mı?”
Deniz başını kaldırıp babasına baktı. Ne demek istiyordu?
Babası devam etti: “Bazen en büyük dersleri, tökezlediğimizde öğreniriz. Belki de bu yarış senin için sadece birinci olmakla ilgili değildi. Belki de hayatın her zaman bizim planladığımız gibi gitmediğini anlaman içindi.”
Deniz, babasının söylediklerini düşündü. Koşuya çıkmadan önce tek düşündüğü şey kazanmak olmuştu. Ama o an düşündüğünde, en çok hatırladığı şey yarışın sonundaki o duygu olmuştu: Düşmesine rağmen pes etmeyişi…
Ama yine de içindeki huzursuzluk tam olarak geçmemişti.
O gece yatağına uzandığında, uzun zamandır ilk kez zihni yarış hakkında konuşup durmuyordu. Yağmurun cama vuran hafif damlalarını dinledi. Babasının ona söylediği sözler tekrar zihnine doldu:
“Yağmur bile acele etmez.”
Ertesi sabah, Deniz daha farklı bir hisle uyandı. Bugüne kadar kendini hep sonuca odaklamıştı. Ama belki de önemli olan yarış değil, yarışa giden yoldu.
Bu düşünceyle sabah antrenmanlarına devam etmeye karar verdi. Ama bu sefer her şey farklıydı. Eskisi gibi sadece kazanmaya odaklanarak koşmuyordu. Koşarken etrafındaki kuşları izliyor, rüzgarın saçlarını nasıl savurduğunu hissediyordu. Yere sağlam basıyordu ama acele etmiyordu.
Artık antrenmanlar bir görev değil, bir süreçti.
Her düştüğünde, hızla ayağa kalkmayı öğrendi. Yorulduğunda bırakmak yerine nefes alıp devam etti.
Ve haftalar sonra, bir gün öğretmeni ona gelip, “Büyük bölgesel koşu yarışmasına seçildin,” dediğinde Deniz heyecanlanmak yerine sakin kalmıştı.
Bir yıl önce olsaydı, bu yarış Deniz için bir kabus gibi olurdu. Ama şimdi, onun için bu bir sınav değil, bir yolculuktu.
Ve o büyük gün geldiğinde, start çizgisinde dururken artık kalbi korkuyla değil, heyecanla atıyordu.
Düdük çalınca koşmaya başladı. Önündeki engellere takılmadı, geçmişte düştüğünü düşündüğü anlar artık onu korkutmuyordu.
Ve sonunda, yarışı kazandı.
Ama o gün en büyük kazancı madalya değil, sabrı öğrenmek olmuştu.
Artık her şeyin zamanında olacağına inanıyordu. Çünkü hayat aceleye gelmezdi.
Her Şey Vaktini Bulur Hikayesi de burada sona ermiş. Her Şey Vaktini Bulur Hikayesi gibi Uzun Hikayeler için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.