Ela, küçük ama huzurlu bir kasabada, anne, babası ve kardeşiyle birlikte yaşıyordu. Evleri büyük bahçeli, eski taş duvarlı bir evdi. Bahçelerinde mevsimine göre açan çiçekler, dalları meyveyle dolu ağaçlar vardı. En çok da dut ağacı… İlkbaharda dallarına kuşlar konar, yazın çocuklar gölgesinde oyunlar oynardı.
Ela, bu evde büyümüş, bahçedeki her ağacı tanımış, çiçeklerin adını öğrenmişti. Ama ne kadar güzel bir ortamda yaşarsa yaşasın, içine sık sık bir hüzün çökerdi. Çünkü o, kendisini güzel bulmuyordu.
Her sabah okula gitmeden önce aynanın karşısına geçer, saçlarını tarardı. Ama her seferinde iç geçirmeden duramazdı. “Keşke saçlarım kıvırcık olsaydı, düz saçlar çok sıkıcı.” Ya da burnuna dokunur, onu biraz fazla büyük bulurdu. Gözleri kardeşi gibi mavi olsaydı daha güzel görüneceğine inanıyordu. Oysa Ela’nın annesi ona hep “Ela, gözlerin sıcacık bir orman gibi. Onlara baktıkça huzur doluyor insan” derdi. Ama Ela, bunu sadece annesinin onu mutlu etmek için söylediğini düşünürdü.
Okulda da bazen arkadaşlarının farkında olmadan yaptığı küçük yorumlar onu üzüyordu. Bir gün teneffüste arkadaşlarıyla sohbet ederken Ayşe, “Sen çok tatlısın ama burnun biraz büyük gibi” demişti. Ayşe’nin bunu kötü bir niyetle söylemediğini biliyordu ama bu cümle günlerce Ela’nın aklından çıkmamıştı. O günden sonra ne zaman aynaya baksa, sadece burnunu görür olmuştu.
Bir sabah kahvaltı sırasında annesi, “Ela, saçlarını farklı bir şekilde toplamak ister misin? Sana çok yakışacağını düşünüyorum.” dediğinde Ela kaşlarını çattı.
“Saçımı nasıl toplarsam toplayayım, yine de güzel görünmeyecek.”
Annesi, onun bu düşüncelerine üzülüyordu ama zorla ikna etmeye çalışmanın da faydasız olacağını biliyordu. Bunun yerine ona, farklı bir şekilde anlatmayı denemeliydi.
O gün okulda öğretmenleri çocuklara bir ödev verdi. “Kendinizi tanıtan bir kompozisyon yazacaksınız. Ama sadece fiziksel özelliklerinizi değil, neleri sevdiğinizi, nelerden mutlu olduğunuzu da anlatın.”
Ela, öğretmenin söylediklerini duyunca içini büyük bir sıkıntı kapladı. “Ben ne yazacağım ki? Güzel bir yönümü bile bilmiyorum…”
Ders bittiğinde, okuldan eve dönerken Ela’nın kafası karmakarışıktı. Aklında sürekli aynı soru vardı: “Benim güzel yönüm ne olabilir?”
Odasına gidip defterini açtı. Yazmaya çalıştı ama birkaç satırdan sonra kalemi bırakıp aynanın karşısına geçti. Yüzünü inceledi. Küçükken annesi hep “Dünyadaki en güzel kızsın” derdi. Ama büyüdükçe, insanların güzelliği farklı özelliklere göre değerlendirdiğini anlamıştı. Ve ona göre, kendisi bu ölçülere uymuyordu.
Tam o sırada bahçeden annesinin sesi duyuldu.
— “Ela, çiçekleri sulamama yardım eder misin?”
Ela bir an düşündü. Annesinin yanında olmak hoşuna giderdi ama bugün moralinin bozuk olduğunu düşündü. “Ben içeride kalayım, annem tek başına da sulayabilir” diye düşündü. Ama sonra içindeki o sıkıntıyı dağıtmak için dışarı çıktı.
Bahçeye adım attığında, hafif bir rüzgâr dut ağacının yapraklarını sallıyordu. Ela, bir süre toprağın kokusunu içine çekti, sonra annesinin yanına gitti. Annesi, elinde sulama kabıyla yeni açan gülleri suluyordu.
— “Bak Ela,” dedi annesi. “Şu kırmızı güle bak. Nasıl da gösterişli!”
Ela da baktı. Gül, gerçekten dikkat çekiciydi. Parlak kırmızı yaprakları, büyük ve ihtişamlı duruşuyla bahçenin en göz alıcı çiçeğiydi.
Annesi gülümseyerek başka bir çiçeği gösterdi.
— “Peki ya şu papatyalar? Onlar sence güzel değil mi?”
Ela papatyaları inceledi. Küçük, narin yaprakları vardı. Ne güller kadar gösterişli ne de orkide gibi zarifti.
— “Bilmiyorum… Güller kadar dikkat çekici değiller. Daha sade görünüyorlar.”
Annesi başını iki yana sallayarak konuştu:
— “Kimisi gülleri sever, kimisi papatyaları. Ama papatyalar olmasaydı, bahçemiz bu kadar renkli olur muydu?”

Ela bir an düşündü. Gerçekten de bahçede sadece güller olsaydı, fazla gösterişli ve hatta biraz sıkıcı olmaz mıydı? Papatyalar küçük, zarif ve samimi bir hava katıyordu. Belki de onların güzelliği, gösterişli olmayışlarındaydı.
Annesi Ela’nın omzuna hafifçe dokundu.
— “İnsanlar da çiçekler gibidir, kızım. Herkes aynı olsaydı, dünya çok renksiz olurdu. Bazılarımız güller kadar gösterişli, bazılarımız papatyalar kadar zarif olabiliriz. Ama unutma, her çiçeğin kendine özgü bir güzelliği vardır. Önemli olan bunu görebilmektir.”
Ela, annesinin sözlerini düşündü. Belki de kendisi de tıpkı bir papatya gibiydi. Gösterişli değildi belki ama bu, onun güzel olmadığı anlamına mı gelirdi?
O gece yatağına uzandığında, öğretmeninin verdiği ödevi düşündü. “Belki de güzellik sadece aynada gördüğümüz şey değildir” diye mırıldandı.
Ela, defterini açtı ve öğretmeninin istediği kompozisyonu yazmaya başladı. Ama bu kez sadece dış görünüşünü değil, neleri sevdiğini, nasıl biri olduğunu da yazacaktı.
Ve belki de, ilk kez, kendisini gerçekten tanımaya başlayacaktı.
Ela, annesinin söylediklerini uzun uzun düşündü. “İnsanlar çiçekler gibidir…” Bu sözler aklından çıkmıyordu. Gerçekten de bir gül kadar dikkat çekici olmayabilirdi ama papatyalar da bahçeyi güzelleştirmiyor muydu? Peki ya insanlar? Onların güzelliği sadece dış görünüşlerinden mi ibaretti?
O gece yatağında döndü durdu. Kompozisyonunu yazmaya başlamıştı ama sanki yazacak daha çok şey vardı. Kendi gözünden güzelliği anlatmak istiyordu ama nasıl? Sabah olunca, okulda herkesin yazdıklarını okuyacağını biliyordu. “Ya herkes güzelliğini anlatırken ben farklı bir şey anlatırsam? Ya bana gülerlerse?” diye düşündü. Ama içindeki bir ses, “Denemelisin” dedi.
Sabah olduğunda, okul koridorları her zamanki gibi cıvıl cıvıldı. Sınıfa girer girmez, arkadaşlarının kendi yazdıkları hakkında heyecanla konuştuklarını duydu. Melis aynalarını sevdiğini, Zeynep saçlarının dalgalarını çok beğendiğini anlatıyordu. Ela, defterini sıkıca kavradı. “Ben bunlardan çok farklı bir şey yazdım…”
Öğretmen sınıfa girdiğinde yüzünde her zamanki sıcacık gülümsemesi vardı.
— “Hadi bakalım çocuklar, bugün sizin yazdıklarınızı dinleyeceğiz! Kendinizi anlatırken güzelliğin sizin için ne anlama geldiğini de keşfetmiş olacaksınız.”
Öğrenciler sırayla yazdıklarını okumaya başladı. Bazıları fiziksel özelliklerinden bahsetti, bazıları en sevdikleri yönlerini anlattı. Ela’nın sırası gittikçe yaklaşıyordu ve heyecanı artıyordu.
Sonunda öğretmen onun ismini söyledi. Ela derin bir nefes aldı, sandalyeden kalkıp sınıfın önüne geçti. Defterini açtı ve okumaya başladı:
— “Ben aynaya baktığımda kendimi pek güzel bulmuyorum. Ama annem bana her çiçeğin kendine özgü bir güzelliği olduğunu öğretti. Önceleri bunu anlamıyordum. Çünkü herkesin güzel bulduğu şeyler belliydi: uzun saçlar, renkli gözler, kusursuz bir yüz… Ama sonra fark ettim ki güzellik sadece bunlardan ibaret değilmiş. Bahçemizdeki papatyalar da güller kadar güzel olabilir. Ve bir insanın güzelliği sadece yüzünde değil, içinde saklı olabilir.”
Ela, sınıfta bir sessizlik olduğunu fark etti ama devam etti:
— “Bence güzellik, içten gelen bir şey. İnsanlara yardım etmek, birini mutlu etmek, iyi bir arkadaş olmak da güzelliktir. O yüzden artık kendimi sadece aynada değil, yaptığım iyi şeylerde de görmek istiyorum.”
Okumasını bitirdiğinde, sınıfta hala sessizlik hâkimdi. Ela başını kaldırıp etrafına baktığında, arkadaşlarının ona şaşkınlıkla baktığını fark etti. “Yanlış bir şey mi söyledim?” diye düşündü. Ama tam o sırada, öğretmenin yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi.
— “Harika bir bakış açısı Ela! Hepimiz bazen kendimizi yetersiz hissederiz ama gerçek güzellik, sadece dış görünüşümüzle ilgili değildir. Güzellik, kalbimizde, yaptığımız iyiliklerde ve nasıl bir insan olduğumuzda gizlidir.”
O an Ela’nın içi sıcacık oldu. Öğretmeninin sözleri ona güven vermişti.
Teneffüs olduğunda, Ela sırasına oturmuş defterini toparlıyordu ki, sınıfta genellikle çok konuşmayan Zeynep yanına geldi.
— “Senin yazın çok güzeldi, Ela.”
Ela şaşkınlıkla başını kaldırdı.
— “Gerçekten mi?”
— “Evet. Çünkü ben de bazen kendimi çirkin hissediyorum ama senin söylediklerin bana farklı düşünmeyi öğretti. Belki de kendimizi başkalarıyla kıyaslamamalıyız, değil mi?”
Ela gülümsedi. İlk defa, düşündüklerinin sadece kendisini değil, başkalarını da etkileyebildiğini fark etti.
O gün okuldan döndüğünde, bahçeye çıktı. Çiçekleri tek tek inceledi. Güller hala gösterişliydi ama papatyalar da yerlerinde, hafifçe rüzgârla sallanıyordu. O an, papatyaların aslında ne kadar güzel olduğunu daha iyi anladı.
Aynaya baktığında, burnu yine aynıydı, saçları yine dümdüzdü. Ama bu sefer, gözlerine daha farklı baktı. Annesi onlara “sıcak bir orman” diyordu ya, belki de gerçekten öyleydi. Sıcaktılar, güven vericiydiler.
O günden sonra, Ela aynaya her baktığında sadece yüzünü değil, içindeki iyiliği de görmeye başladı. Ve her gülümseyişinde, güzelliğin ne anlama geldiğini biraz daha iyi anladı.
Güzellik Algısı Hikayesi burada sona ermiş. Güzellik Algısı Hikayesi gibi Çocuk Hikayeleri için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.