Ateş, 10 yaşında, zeki ve meraklı bir çocuktu. Küçük bir sahil kasabasında, ailesiyle birlikte yaşıyordu. Deniz kenarında oynadığı günlerden birinde, büyük bir taşın üzerinde otururken kendi kendine düşündü: “Neden bazı insanlar her şeyin doğru olmadığını görmüyor? Oysa her şey gözümüzün önünde değil mi?”
Bu soru aklını kurcalamıştı. Çünkü birkaç gün önce sınıf arkadaşı Eren’e çevreyi kirletmenin yanlış olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Eren ise sadece gülüp kocaman bir plastik şişeyi denize atmıştı. Ateş o an sinirlenmiş, ama aynı zamanda üzülmüştü. “Bir insan neden bu kadar duyarsız olur ki?” diye düşünmüştü.
Ateş, o gün bir karar verdi. Çevresindeki insanlara doğruyu gösterecekti, hem de kimsenin inkar edemeyeceği şekilde. Fakat nasıl yapacağını bilmiyordu. Bunun üzerine, babasının en sevdiği şey olan kitaplara danışmaya karar verdi.
Evlerindeki eski kitap dolabını karıştırmaya başladı. Eski ve tozlu bir kitap buldu: “Hayatı Görmenin Sanatı” yazıyordu kapağında.
Kitabı okumaya başladığında karşısına şu cümle çıktı:
“Herkes gerçeği göremez; çünkü bazı gözler görse de zihinler duymayı reddeder.”
Ateş’in kafası daha da karışmıştı. Kitabı okumaya devam ederken, gerçeği göstermenin en iyi yolunun insanlara onu hissettirmek olduğunu anladı. “Belki de Eren’e bir şeyleri hissettirmeliyim,” diye düşündü.
Ertesi gün, Ateş okuldan sonra sahil kenarına gitti. Plastik, teneke kutular, poşetler… Her yer çöp içindeydi. Daha fazla dayanamadı ve eline büyük bir çöp torbası alıp tek başına sahili temizlemeye başladı. Yorulmuştu, ama içine bir mutluluk dolmuştu. Tam o sırada, Eren ve birkaç arkadaşı ona doğru yaklaştı. Eren, dalga geçer bir ifadeyle bağırdı:
“Hey Ateş! Ne yapıyorsun, çöpçü mü oldun?”
Ateş önce duraksadı, ama sonra sakin bir şekilde cevap verdi:
“Evet, çöpçüyüm. Çünkü bu dünya bizim, ve temiz tutmazsak bir gün hepimiz çöpler içinde yaşamaya mahkum oluruz.”
Eren güldü ve arkasını dönüp gitmek üzereydi ki Ateş’in bir fikri geldi.
“Eren,” dedi. “Denizin yanına gel.”
Eren şaşkın bir şekilde arkadaşlarını bırakıp Ateş’in yanına yürüdü. Ateş, sahilden bulduğu bir plastik poşeti suya bıraktı ve hemen ardından Eren’e işaret etti:
“Şimdi izle.”
Dalga poşeti alıp kıyıya doğru geri itti, sonra tekrar denize sürükledi. Poşet biraz uzaklaşır gibi oldu, ama yine kıyıya çarptı. Ateş, sakin bir şekilde konuşmaya başladı:
“Bak, bu poşet hiçbir yere gitmiyor.
Tıpkı senin attığın plastik şişe gibi. Belki denize atıyorsun, ama bu onun kaybolduğu anlamına gelmiyor. Denizin altında balıkların, kaplumbağaların ağzına dolanıyor, belki de bir gün senin yemek masandaki balığın karnından çıkıyor.”
Eren sessizdi. İlk defa bu kadar ciddi bir şekilde düşünüyordu. Ama yine de tam anlamış gibi görünmüyordu. Ateş, ona daha fazlasını göstermek için bir plan yaptı.
Ertesi gün okuldan sonra Ateş, Eren’i babasının bahçesine çağırdı. Bahçede küçük bir limon ağacı vardı, ama yaprakları sararmış ve toprağı kurumuştu. Ateş, ağacın başına geçip konuşmaya başladı:
“Bu ağacı görüyor musun? Suya, toprağa ve güneşe ihtiyacı var.

Ama biz insanlar ona ne yapıyoruz? Toprağını kirletiyoruz, gökyüzünü dumana boğuyoruz. O da böyle sararıyor işte. Bir gün meyve vermemeye başlayacak. İşte o zaman sen, ben ve diğer herkes ne kadar geç kaldığımızı anlayacağız.”
Eren, limon ağacına baktı. Gerçekten de yapraklar cansız görünüyordu. “Ama bu bizim suçumuz değil ki!” diye itiraz etti.
Ateş derin bir nefes aldı ve cevabını verdi:
“Belki bizim suçumuz değil, ama çözüm bizim elimizde. Eğer şimdi bir şeyler yapmazsak, gelecekte bizden sonra gelenler de hiçbir şey yapamayacak.”
Eren, ilk defa gerçekten etkilenmişti. “Peki, ne yapmam gerekiyor?” diye sordu. Ateş’in gözleri parladı. İşte beklediği an buydu.
O günden sonra Ateş ve Eren, okuldaki diğer çocukları da yanlarına alarak bir temizlik kampanyası başlattılar. İlk başta herkes onları garip karşıladı, ama zamanla sahildeki değişimi fark eden diğer çocuklar da onlara katılmaya başladı. İki hafta sonra, kasabanın sahili pırıl pırıl olmuştu. Çocuklar, sahildeki değişimin sadece fiziksel bir şey olmadığını, aynı zamanda içlerinde bir mutluluk ve gurur yarattığını hissetmişti.
Ateş, bu süreçte bir şey daha fark etti: İnsanlara gerçeği göstermek bazen zor olabilirdi, ama eğer onlara hissettirirsen, gözleri olmasa bile kalpleriyle görmeye başlayabilirlerdi.
Bir sabah, Ateş’in babası ona dönüp sordu:
“Oğlum, neden bu kadar uğraşıyorsun? Herkesi değiştiremezsin ki.”
Ateş gülümsedi ve şu cevabı verdi:
“Biliyorum baba, herkesi değiştiremem. Ama birkaç kişinin gözünü açarsam, onlar da başkalarını değiştirebilir. Böylece küçük bir hareket büyük bir değişime dönüşebilir.”
Ateş’in bu sözleri babasının gözlerini doldurdu. Çünkü aslında o da yıllar önce aynı şeyi denemiş, ama insanların umursamazlığı karşısında pes etmişti. Şimdi, oğlunun azmi ona umut olmuştu.
Ateş’in bu çabaları sayesinde kasabadaki herkes çevreye daha duyarlı hale geldi. Artık hiç kimse sahile çöp atmıyordu. Çocuklar sahili korumak için bir grup kurmuştu ve zamanla diğer kasabalara da örnek olmuşlardı. Ateş, doğruyu gösteremediği insanlara artık kızmıyordu. Çünkü anlamıştı ki bazı insanlar gözleriyle görmese de kalpleriyle hissedebilirlerdi.
Görmek ve Hissetmek Hikayesi de burada sona ermiş. Ve her şey, küçük bir çocuğun bir plastik poşetle başlattığı bir değişimle mümkün olmuştu.
“Görmek ve Hissetmek Hikayesi” gibi Uzun Hikayeler için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.